13 Haziran 2013 Perşembe

NEMRUT KİMDİR

NEMRUT KİMDİR?
“Nemrûd” Keldânî kavmi hükümdârlarına verilen isimdir.

Keldani ismi ilk kez, Babil'in yönetimine geçen Kaldî Hanedanı'yla (M.Ö. 6. yy) ortaya çıkmış ve Kaldilerin ülkesine Helen (Eski Yunan) kültüründe Kaldi ülkesi (Eski Yu. Χαλδαία, Kaldaya; Ak. māt Kaldu, İb. כשדים, Kaśdim, Ar. كلدان‎, Keldan) denilmiştir. Keldan veya Kaldea, Mezopotamya'nın en güney kısmını, civarındaki günümüz Kuveyt'i, ve Basra Körfezi'nin civardaki kıyılarını kapsardı. Kaldî ismi, Latince "occultus" (gizem) isminden, "okült ile (ve/veya okültizm ile) uğraşan" anlamına gelir (Latince occulere  (gizlemek, üstünü örtmek) fiilinden). Kitab-ı Mukaddes'te, "Keldani" ismi yıldızbilimci veya kâhin anlamlarında geçer.

Türkçe'deki Keldanî ismi, Arapça'dan geçmiştir. Arapça'da Keldan'a nispet î'si eklenerek Keldanlı anlamında türetilmiştir.


Birinci Nemrûd, Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm’ın soyundandır; Bâbil şehrini kurdu. Keldânî kavmi ve hükümdârları olan Nemrûdlar, heykellere (putlara) ve yıldızlara tapıyorlardı. Dünyânın meskûn bölgelerine hâkim olan ve ilk tâc giyen Nemrud, kibir, gurûr, sefâhet ve câhillik sebebiyle tanrılık dâvâsında bulundu. İnsanların kendisine secde etmelerini istedi ve çok zulmetti. Allahü teâlâ, Nemrûd ve kavmine doğru yolu göstermek, emir ve yasaklarını bildirmek için İbrâhim aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Nemrûd ve kavmi, maalesef İbrâhim aleyhisselâma îmân etmediler.
Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmı, kavminin haftalarca topladığı odunu ateşledikten sonra içine attırdı. Kendisi için yaptırdığı yüksek kuleden de hâdiseyi seyretti. Allahü teâlânın korumasıyla İbrâhim aleyhisselâmı ateş yakmadı. Gürül gürül yanan ateşin ortasında, İbrâhim aleyhisselâmın yemyeşil bir bahçe içerisinde oturduğunu gören Nemrûd, hayretler içerisinde kaldı.
İbrâhim aleyhisselâmla mücâdeleden âciz kaldığını anlayıp, bu işten vazgeçti; fakat îmân etmedi. Hâdiseyi görenlerden bir kısmı îmân ettiler. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle, kendisine inananlarla birlikte Bâbil’den hicret etti.
İbrâhim aleyhisselâm, Bâbil’den hicret ettikten sonra, Allahü teâlâ, Keldânî kavmi üzerine sürüler hâlinde sivrisinekler gönderdi. Sivrisinekler onların kanlarını emip, kupkuru bir hâlde bırakarak helâk etti. Sivrisineklerden birisi de Nemrûd’un burnuna girip, beynine kadar ilerledi ve ölümüne sebep oldu...

NEMRUT
Hazreti İbrahim'in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismi.
Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova'nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının "Nemrut" olduğuna ilişkin bilgiler de "rivayet"ler halindedir. Çoğu "İsrailiyyat" kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, "Nemrut"a ilişkin bilgilerimiz kıttır. Ve bunlar da tek sağlam kaynak olan Kur'an-ı Kerim'deki kıssalardan ibarettir.
Gerçekten de, Kur'an-ı Kerim'de, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssalardan birinde, kendisine "mülk" verilmiş bir kimsenin Hazreti İbrahim ile olan tartışması şu şekilde aktarılır: "Allah kendisine mülk verdi diye (şımararak) İbrahim ile Rabbı üzerine tartışanı görmedin mi? İbrahim, "Rabbım öldüren ve diriltendir" demişti de, o, ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim, "Allah, güneşi doğudan getirir; haydi sen de batıdan getir" deyince, o inkârcı dona kaldı. Allah, zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez" (el-Bakara, 2/258). Bu ayette görüldüğü üzere, Nemrut ya da bir başka isim geçmemektedir. Hadis-i Şeriflerde de böyle bir isme rastlanmaz.
Efsanelerden daha farklı kimi ipuçları yakalamak amacıyla peygamber kıssaları ile ilgili oldukça ayrıntılara kaynaklık eden Tevrat'a baktığımızdaysa, Nimrod adına rastlarız: "Ve Kuş Nimrod'un babası oldu; o, yeryüzünde kudretli adam olmaya başladı. O, Rabbin indinde kudretli aver idi; bundan dolayı: Rabbin indinde Nemrud gibi kudretli avcı, denilir. Ve, onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında Babil ve Erek ve Akkad ve Kalne idi. O diyardan Aşura çıktı ve Nineveyi ve Rehobot-iri, Kalah'ı ve Nineve ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur" (Tevrat, Tekvin, 10/8-12).
Olayı bütünleştiren ve Hazreti İbrahim'le ilgili olan bir bölüm de de şöyle denir: "Ve Terah oğlu Abramı, ve Haran'ın oğlu, torunu Lûtu, gelini Sarayı, oğlu Abram'ın karısını, beraber aldı; ve Kenan Diyarına gitmek üzere Kildanîlerin Ur şehrinden onlarla çıktı; ve Haran'a geldiler ve orada oturdular. Ve Terakın günleri ikiyüz beş yıl oldu; ve Terah Haran'da öldü. Ve Rab Abrama dedi: "Memleketinden ve babanın evinden, sana göstereceğim memlekete git" (Tevrat, Tekvin, 11/31-32 ve 12/I).
Tevrat'ın bu cümlelerinden belirleyeceğimiz noktalar şunlardır:
Nimrod, Ham'ın oğullarındandır. Hazreti İbrahim ise, Sam'ın neslindendir. Nimrod, Şinar, Babil, Erek, Akkad, Kalne hükümdarıdır; Hazreti İbrahim, başlangıçta Kitdanilerin Ur kentinde oturmakta, sonra babasıyla birlikte Haran'a göçmektedir. Amaçları, Kenan illerine gitmektir...
Nimrod ile Ham arasında üç göbek vardır. Yani, Nimrod, Ham'ın oğlunun oğlunun torunudur. Hazreti İbrahim ile Sam arasında ise, sekiz göbek vardır.
Ninova, Nimrod zamanında yoktur; kenti Aşura kurmuştur.
Hazreti İbrahim'in Haran'da oturduğu anlatılmakta, ardından bir başka bab'a geçildiğinde O'nun göç etmesine ilişkin buyruğu görmekteyiz. Demek ki, ateşe atılma ve çıkış yeri Haran'dır. Haran ise, Nimrod'un kentleri arasında değildir. Bu bilgiler Tevrat'a göredir.
Bütün bu durumları dikkate aldığımızda Nimrod'un Nemrut olmadığı sonucuna varıyoruz. Ola ki, Nimrod'un çok büyük bir ünü olduğundan, ondan yıllar sonra Hazreti İbrahim'le tartışan ve O'nu ateşe atan kişinin olayları dilden dile dolaşırken, olay, bu ünü dillerde dolaşan kişiye maledilmiştir.

Tarih kitapları da, kimi efsanelerle doldurulmuş olanlarını bir yana bırakırsak, Nemrut'tan söz etmezler.
Ya da, söz edenler, işe, "Nemrut kimdir?" sorusunun yanıtını aramakla başlarlar.

Bunlardan bir bölümü, Nemrut'un tanınmış Babil Hükümdarı Hammurabi olduğu görüşündedirler.

Kimileri ise, bir Babil hükümdarı olduğuna kesin gözüyle bakmakta; ancak, hangi hükümdar olduğunun belirlenemediğini ifade etmektedirler. Bunlara göre, Nemrut, Firavun gibi, Babil hükümdarlarının ünvanıdır;

eski tarihçilerden bir bölümü, Hammurabi'ye ilâveten Sinaharib ve Buhtunnasır adlarını sıralarken;

yeni tarihçiler de Şemsiulana ve Buhtunnasır adlarını Hammurabi'yle birlikte saydıklarına göre, "demek ki, Babil hükümdarlarının böyle bir ünvanı yok, her biri adlarıyla anılmakta" düşüncesiyle, "ünvandır" görüşüne iltifat etmemek gerekir.

Bu durumda, verilen tek isim olan Hammurabi'ye bakmak gerekecektir. Ancak aradaki zaman farkı pek olumlu ipucu vermemektedir. Nitekim İsrailoğulları'nın Mısır'a göçtükleri M.Ö.1780 yıllarında Hammurabi 12 yaşındadır. Mısır'a göçenler oğlunun torunu olduğuna göre, 12 yaşındaki bir çocuğun Hazreti İbrahim'e yetişmiş olması düşünülemez. Hazreti İbrahim'in Milattan 2000 yıl önce doğduğu "rivayet"ini esas aldığımızda ise, bu takdirde Mısır'a göç M.Ö. 1630'larda olmuş olur ki, bu da Hammurabi'nin ölümünden sadece 56 yıl sonradır. Yine, zaman uyumu yoktur. Hele bir de, Hammurabi Kanunları'nın Hazreti Mûsâ şeriatından alındığı yolundaki görüşe iltifat edecek olursak, araya giren zaman daha da büyüyecektir.

Öte yandan, Nemrut'a ilişkin rivayetlerde sözü edilen "doğum" ve "ırmak"a bırakılma olayının benzeri bir başka rivayette, Akad devletinin kurucusu Sargon için anlatılır. 

Sargon, M.Ö. 2350'lerde yaşamıştır. Hazreti Mûsâ ile arasında 650 yıl vardır.
Bunun 430 yılı Mısır'da geçtiğine göre, geriye kalan yaklaşık 200 yıl, Hazreti İbrahim'in torununun oğluna kadar geçen süreye pek uygun düşmektedir.
Hazreti İbrahim'in M.Ö. 2000'lerde yaşadığı "rivayet"i ile pek bağdaşmasa da, Hazreti Musa'nın yaşadığı yıllardan çıkarak yaptığımız hesap, Hazreti ibrahim ile Sargon'un çağdaş olabileceğini göstermektedir. Nitekim, yine Nemrut'a ait rivayetlerde anılan "savaşarak devleti ele geçirme" olayı da, Sargon'un tarihsel kişiliğine uymaktadır. Belki ileride Nemrut'un tarihsel kimliği tam olarak belirlenecektir.
Ama, şu aşamada Sargon'un Nemrut olma olasılığı, Hammurabi'ye göre, çok daha büyüktür.
Kimliği ve tarihsel kişiliği ne olursa olsun, kesin olan birşey vardır. O da, yaygın bir biçimde "Nemrut" diye anılan bir hükümdarın Hazreti İbrahim'e karşı çıktığı ve onu ateşe atarak yok etmek istediğidir. Bu; isim bir yana bırakılırsa, Kur'an-ı Kerim'in haberleri ile sabittir.
Kur'an-ı Kerim'de Hazreti İbrahim ile Nemrut'un savaşımına ilişkin ayetlerin sayısı 91'i bulur. Üstelik bunlardan bir bölümü de oldukça uzun metinlerdir. Bu bakımdan, Nemrut'u tanıtmak için bu ayetleri ve onlardan derlenen gerçek bilgileri teker teker sıralamak mümkün olmayacağından, konunun "icmalen" aktarılması daha uygundur.
Nemrut'un toplumunda putlara tapılmaktadır (el-Enâm, 6/74; Meryem,19/42, 48; el-Enbiya, 21/52, 57, 66; eş-Şuarâ, 26/70, 71; el-Ankebut 29/17, 25; es-Saffat, 37/85, 86, 95). Onların yeyip içtiğine (es-Saffat, 37/91), konuştuğuna (es-Saffat, 37/92) inanılmakta; onlardan rızık beklenmekte, şifa umulmakta; yaratanın onlar olduğu sanıldıktan başka, ölüm de onlarda görülmekte ve kendilerinden bağışlanma dileğinde bulunulmaktadır (eş-Şuarâ, 26/78-82). Toplumda ahiret inancı yoktur (el-Ankebut, 29/19, 20). Gök cisimleri de, putlardan daha üstün bir konumda, ama kendi aralarında hiyerarşik bir düzene oturtulmuş olarak tapınılan tanrılar arasında yer almaktadır ve bunların en büyüğü Güneş'tir (el-Enâm, 6/74-79).
Halk, alabildiğine dindar olsa gerek ki, hem çok sayıda put edinmiş bulunmakta (el-Enbiya, 21/58), hem putların bakımını üstlenmekte (es-Saffat, 37/91), hem de onları inanmayan kimselere karşı canla başla savunup, üstünlüklerini vurgulamaya çabalamaktadırlar (el-Bakara, 2/258; el-Enâm, 6/76-80; el-Enbiya, 21/55, 59, 60; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Bu dindarlık, heykelcilik (el-Enbiya, 21/52; es-Saffat, 37/95) gibi kimi iş kolları ile birlikte "aslı astarı olmayan söz yığını" (el-Ankebut, 29/ 17) halindeki bir 'edebiyat' ya da teolojik felsefeye de varlık kazandırmıştır.
Putların özenle yerleştirildiği tapınaklar, aynı zamanda, yargı gibi kimi kamusal işlerin yürütüldüğü merkezler durumundadır (el-Enbiya, 21/61). Toplumsal dinamiklerin en güçlüsü olarak gelenekleri görürüz (el-Enbiya, 21/52-54; eş-Şuara, 26/7174). Geleneklerle şartlanmışlıklarından ötürü, insanlar, gözleriyle gördükleri gerçekleri bile kabullenemez, bir an için sezer gibi olduklarında da hemen geleneğin ağır basmasıyla eski inançlarına yönelmekten başka birşey yapamaz durumdadırlar (el-Enbiya, 21/58-65). Bunda, elbette, geleneklerle şartlandırma biçimindeki eğitim kadar, korkunun da payı vardır. Gerçekten de, toplumda geleneklere uymayan ve inançlardan sapan kimseler taşlanma, aforoz, sürgün ve hattâ ateşe atılma gibi cezalara uğratılmaktadırlar (el-En'am, 6/80; Meryem, 19/46-48; el-Enbiya, 21/68; el-Ankebut, 29/24; es-Saffat, 37/97). Böylece, toplumda kendi inançlarından başka hiç bir şeyi ciddiye almayan ya da inançlarına uymayan şeyleri gayr-ı ciddi bularak hafifseyen, dışlayan bir yapı oluşmuştur (el-Enbiya, 21/55).
Kur'an-ı Kerim'in Hazreti İbrahim'le ilgili kıssalarda yer alan 91 ayetine topluca baktığımızda, Nemrut toplumu hakkında bize çok ilginç ve önemli ipuçları verecek bir başka belirleme daha yapabiliriz. Ayırım yapmaksızın sıralayacak olursak, bu ayetlerde, "tanrı" kavramı eksenli dört kelime/ isimle karşılaşırız. Allah, Rahman, rab, ilâh ve put...
Bunlardan ilâh ya da ilâhlar sözcüğü yedi yerde geçmektedir. Put kelimesi sekiz yerde kullanılmıştır. Yıldız, ay ve güneş birer kez dile getirilmiştir. Rahman, tek bir ayette anılmaktadır. Ve, Rab adı, bütün ayetlerin çevresinde döndüğü bir eksen durumundadır. Hem Yüce Allah'tan, hem de Nemrut toplumunun tapınmakta olduklarından haber verilirken "Rab" kelimesi ağırlıklı bir biçimde vurgulanarak kullanılmıştır.
İkinci husus, gerek Hazreti İbrahim ve gerekse Nemrut kavmi, putlar için "Rab" kelimesini hiç kullanılmamaktadırlar. Onları anlatmak için kullanılan kelimeler "taptıklarınız" ve "ilahınız/ilahlarınız" biçimindedir ve Nemrut halkı, ancak, gök cisimlerinden söz edildiğinde "rab" kelimesini kullanmaktadır.
Üçüncü hususa gelince: Hazreti İbrahim, sürekli bir biçimde "Allah'tan başka taptıklarınız" anlatımını vurgulamakta ve Allah adını devamlı olarak dile getirmektedir.
Bu üç husustan çıkarılacak kimi sonuçlar vardır:
Nemrut toplumunda putlara tapınılmasına karşın, onlara "rab" gözüyle bakılmamaktadır. Rablık, ancak, gök cisimlerine tanınmaktadır.
Toplum, Cahiliye arabı gibi. Allah'ın varlığından haberli bir toplumdur.
"Allah'ın kendisine hükümranlık verdiği kimse" de Rab sayılmaktadır. Çünkü, Hazreti İbrahim karşısında kendini böyle tanıtmıştır.
Nemrut toplumunda tapınılmakta olan putlar, "rab" değilse, nedir? Putlar, "dünya hayatında Allah'ı bırakmış" olan bu toplum için, doğrudan doğruya bir "dostluk vesilesi" dir (el-Ankebut, 29/25). İşte, bu nokta belirlendiğinde, artık, Hazreti İbrahim ile ilgili kıssaların niye baştan başa "Rab" kavramıyla donanmış olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Demek ki, toplum üyeleri için aralarında bağ ve bağlantı kurucu bir "gözetici", bir "yüklenici", bir "gereksinme karşılayıcı", bir "düzenleyici", bir "eğitici", bir "seçkin", bir "sözü dinlenir", bir "üstünlüğü onaylanır" varlığa gereksinme duyulmaktadır. Bu, her türlü ilişkiyi üzerine kurabilecekleri, her şekil bağlantıya dayanak yapabilecekleri, her çeşit dayanışmada aracı edinebilecekleri, her nevi işlerinde tutunabilecekleri bir şey olmalı ve üstelik kendileri nasıl yorumlarsa, o konumda sayılabilmelidir. İşte "putların dostluklar için vesile kılınması" olayındaki etki budur.
Nemrut toplumunu tekdüze bir eşitlik içinde düşünmek mümkün olmayacağına göre, putları dostluk vesilesi kılmış bu insanların "dostluklar"ı ile bir ehram oluşturduklarını da varsayabiliriz. Herkesin kendisinden bir üstününü rab sayıp, bir altta olanına da rablık ettiği bir ehram. En tepede de, kendisinde yaşatma ve öldürme yetkisi bulunduğunu açıkça belirterek rablığını Hazreti İbrahim'e karşı ilân etmeye kalkışmış olan "Nemrut"... Evet; gökyüzündeki güneş, ay, yıldızlar sıralamasının tapınaklardaki putlara öylece yansıtılmasının ardından, bu putlar vesilesi ile kurulmuş bulunan dostluklardaki hiyerarşik ehram... Dostluk, bilindiği Üzere, "velâ" anlamında bir dostluk... Hazreti İbrahim'in topluluğa karşı kullandığı Eski atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyor musunuz? Doğrusu onlar benim düşmanımdır. Dostum ancak âlemlerin Rabbıdır. Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de O'dur. Beni yediren de, içiren de Odur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek, sonra da diriltecek olan O'dur. Ahiret gününde yanılmalarımı bana bağışlamasını umduğum, O'dur" (eş-Şuarâ, 26/75-82) cümleleri, O'nun reddettiği putların dostluğunun ve dostluk vesilesi yapılmasının boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Rızıktan, ölüme dek her alanda... Kulların rablığının, putların dostluklarına dayanılarak, yürürlüğe konulduğu bir toplum "Nemrut" da tepedeki "rab"tır:
Bir yaratığın rablık davasına kalkışması... Bir insanın Allah'tan başka rab veya rablar edinmesi ya da başkalarına böyle bir kapı açması... Bir kimsenin Yüce Allah'ın gönderdiği elçiyi yadsıması, öldürmeğe kalkışması, hattâ onu ya da herhangi bir insanı zulmen öldürmesi... Hele peygamberi ateşe atmak... Bunlar, hep, Nemrut'u "Nemrut" yapan tutumlardır.
Ama, onun asıl "Nemrutluk"u bunlar değil de, tüm bunları uygulayabileceği bir ortama elverişli düzeni kurabilmiş olmasıdır. Çünkü, "düzen" vardır ve tüm bunlara imkân veren de, zemin hazırlayan da, hattâ yönlendiren de işte bu düzendir. Öyle bir düzen ki, Yüce Allah, yaşamın dışında tutulmuştur. Dünya yaşamında Allah bırakılmıştır da, insanlar arası ilişkilerin kurulması ve yürütülmesi için putlar "vesile" edinilmektedir. İnsanlar arasındaki ilişkiye putların vesile kılınmış bulunduğu bu düzenin yürümesi için can, mal, akıl ve nesil güvenliği ortadan kaldırılmış; tüm bunlar "Nemrut Dini”nin ayakta kalabilmesi uğruna güdüm altına alınmıştır, ayrıca... Böylece, insanların "can"ları üzerinde tasarruf edebilme yetkisi, "mal"larını yönlendirebilme gücü, "akıl"ları denetim altına alan gelenekler birikimi "edebiyat"ı oluşturma imkânı, "nesil"leri uyumluca yoğurabilme işlevini veren "eğitim"i yönlendirme araçları elde tutulmuş; bunlar birer silah gibi kullanılarak insanlar güdülmüştür. Bu, tersine de olsa, dört dörtlük bir düzendir ve Nemrut'un asıl "Nemrutluk"u da işte bu noktadadır. Kişisel tutumlarından çok, Yüce Allah'a giden yolları tıkayıcı bir işlev veren bu düzenlemesindedir.
Zübeyr YETİK

Sivrisineğe yenilen ceberut Nemrut'un küçücük bir sivrisinek yüzünden bütün huzuru kaçmıştı. Her nereye gitse sinek te onunla birlikte gidiyor, burnuna, yüzüne gözüne konuyor, hortumunu vücuduna saplayıp kaçıyordu. Ne kadar çalışmışsa, sineği yakalamağa muvaffak olamamıştı. Bütün saray seferber olmuştu. Herkes sineğin peşindeydi. Fakat hiç kimse tutamıyordu.
Kapıları, pencereleri sıkı sıkıya kapatıyorlar, fakat sinek ne yapıp ediyor, içeri girmeğe muvaffak oluyordu. Nemrud'un gözüne günlerdir uyku girmemişti. İlahlık dâvası güden Nemrut, bir sinek yüzünden ne hallere düşmüştü. Nemrut, tarihlerin şahit olduğu en cebbar ve en zâlim bir hükümdardı. Üstelik ilâhlık dâvası da gütmekteydi. Zenginliği, mülkü, serveti onu şımartmış, sonsuz gurura sevketmişti.
Kuraklık zamanında kendisinden zahire istemeğe gelenlere, "Rabbiniz kimdir?" diye soruyor, "sensin" demiyenlere bir şey vermiyordu. Bu yüzden herkesi hakimiyeti altına almıştı.
Hz. İbrahim (as)'in insanları elleriyle yaptıkları putlara tapmaktan sakındırıp, Cenab-ı Hakk'a iman etmeğe davet etmeğe başlaması üzerine müthiş öfkelenmişti.
Huzuruna çağırdığı Hz. İbrahim'e
"Söyle bakalım senin Rabbin kim? Sen kime itaat ediyorsun? diye sormuştu.
Bunun üzerine Hakkın davetçisi Hz. İbrahim (as) şu cevabı vermişti:
"Benim Rabbim o zattır ki, hem hayat verir hem öldürür. Hayatı vermek ve onu geri almak, sadece O'nun kudretine münhasırdır."
Bunun üzerine Nemrut kahkahayla gülerek şöyle demişti:
"Bu da iş mi yani? Ben de hayat verir veya öldürebilirim. Madem Rab olmak bunlara bağlı, o halde Rab benim."
Bu sözlerin ardından Nemrut iki adamı getirtmiş, birini öldürmüş, diğerinin de hayatını bağışlamıştı. Daha sonra, kibirlenerek:
"İşte ben de öldürüp, hayat verdim. Rabbiniz o halde benim!" demişti.
Bunun üzerine Hz. İbrahim (as) şöyle dedi:
"Benim Rabbim olan Allah, Güneşi şark cihetinden doğduruyor. Sen de batıdan doğdur da görelim. Eğer hakikaten Rab isen, bunda muvaffak olursun."
Bu delil karşısında Nemrut hiç bir şey diyememiş, susup kalmıştı.
Nemrut, Hz. İbrahim (as)'le sözle, mantıkla başa çıkamayacağını anlayınca onu ateşe attırmış, fakat ateş Allah'ın izniyle İbrahim Aleyhisselâm'ı yakmamıştı.
İşte bu şekilde ulûhiyet dava ederek, Cenab-ı Hakk'ın Peygamberini ateşe atacak kadar azgınlaşan Nemrut, şimdi ufacık bir sivrisineğin karşısında ne yapacağını bilemez duruma düşmüştü. Nemrut artık sarayda odadan odaya kaçıyor, sivrisinekten kurtulmak için türlü türlü yollara başvuruyordu. Fakat sinek bir türlü kendisinden ayrılmıyordu.
Bütün hizmetkârları Nemrud'un etrafında pervane olmuşlar, onu sivrisineğe karşı korumaya çalışıyorlardı. Fakat bütün tedbirlere rağmen hiç kimsenin aklına gelmeyecek birşey oldu, sivrisinek Nemrud'un burnundan içeri giriverdi. Nemrud'un burnundan giren sinek gidebildiği yere kadar gitmiş ve orada dönmeğe başlamıştı. O andan itibaren Nemrud'da müthiş bir baş ağrısı başladı. Beyninde dolaşan sinek onu müthiş huzursuz ediyordu. Son çare olarak başını tokmaklattırmaya başladı. "Vurun! vurun!" diyor, sineğin beynine verdiği ızdıraptan tokmağın acısını duymuyordu. Başına tokmağın her inişinde o, "daha hızlı vurun! daha hızlı!" diyordu. Başından kanlar akmağa başlamıştı, fakat o aldırış etmiyor, başını tokmaklatmaya devam ediyordu. Bir yandan da başını duvarlara vuruyordu.
Hiç bir şey kâr etmemişti. Nemrut, başına yediği tokmaklarla kendinden geçmişti. Sivrisinek ise hâlâ beyninde dönüyordu. Çok geçmeden çırpma çırpına can verecekti.
Ufacık bir sinek, uluhiyet dâvası güden Nemrut'un hayatına son vermeğe sebep olmuştu...
alıntı

İBRAHİM KAVMİ VE NEMRUT(NARAM-SİN)

Kur'an'da İbrahim
Babil Putperestliği
Putperestlik Nasıl Ortaya Çıkıyor?
İbrahim'in Ateşe Atılması
Barnabas İncil'inde İbrahim
İbrahim'in Hicreti
İsmail Milleti
Teslimiyetin Zirvesi

Günümüzden 4000 yıl önce yaşadığını tahmin ettiğimiz Hz. İbrahim'in, mücadelesini anlayabilmek için, nasıl bir kavme elçi olarak gönderildiğine bakmak gerekir. 4000 yıl öncesine baktığımızda; İbrahim'in yaşadığı toplumu, küçük çaplı aşiret toplumu sanabiliriz. Böyle bir algılama, bizim bilgi eksikliğimizden kaynaklanan bir yanılgı olacaktır.
M.Ö 1500 - 2500 yılı Mezopotamya uygarlıkları incelendiğinde; o zamana göre, teknoloji ve bilimde ilerlemiş ve yazıyı kullanan Sümer medeniyetinin, bölgedeki tüm toplumları etkilediği açıkça görülmektedir. Bu toplumların hepsinin yaşadığı bu coğrafya, "Babil ülkesi" olarak isimlendirile gelmiştir. Sümerler, Akadlar, Asurlar ve Babiller v.s. hep bu Mezopotamya coğrafyasını yurt edinmişlerdir.
Ayrıca Mezopotamya bölgesinin düz ve iletişime açık olması, toplumsal yalıtımı önlemiş; teknik, politik ve dini fikirlerin çabucak yayılmasını sağlamıştır. O çağda, yazıyı, bir kayıt tutma sistemi olarak geliştirmiş Mezopotamya uygarlıkları, bizlere Hz. İbrahim'in içinde yaşadığı toplumu tanıma imkânı vermektedir. Bu kayıtların tutulduğu yazıtlar keşfedilmeden önce, seküler bilim dünyası, İbrahim ve nesline, bir efsanenin abartılmış kahramanları olarak bakmaktaydı.
Ebla, Ugarit, Nuzi ve Mari arkeolojik kayıtlarında ortaya çıkan kanıtlardan sonra, bilim adamları, İbrahim ve ona tabi olanların, kuzeybatı Mezopotamya toplumunda gerçekten yaşadıklarını anladılar. Hatta o kadar ki, bulundukları coğrafyaya, kendilerinin veya atalarının ismini verecek kadar önemli insanlar olduklarını, kabul etmek zorunda kaldılar.

Nemrut'un(Naram-Sin), İbrahim'i ateşe atmak için yaptığı binanın yeri ve bu yeri sembolize eden sütünlar. (Urfa) Biz de bu delilleri, Kur'an ışığında inceleyip; Hz. İbrahim'in baş kaldırdığı 'uygarlığı-dini' ve bu uygarlığı karakterize eden kral 'Nemrut'u tanıtmaya çalışacağız. Sözlü rivayete göre, kendisine 'Nemrut' denen bu ceberrut kralın; gerçekte 'Naram-Sin' denen Akad kralı olduğunu göreceğiz.
HZ. İBRAHİM'İN İSLAM'A ÇAĞIRDIĞI "NEMRUT" KİMDİR?
Mezopotamya labirentinde, kral 'Nemrut'u ararken, tarihsel kronolojiyi baz almadık. Çünkü Cambridge Üniversitesi Antik Yakın Doğu Tarihi ve Arkeolojisi üzerine ders veren Dr. Joan Oates'in de belirttiği gibi, bugün kullanılan kronoloji sistemi, kendi içinde uyuşmazlıklar gösterir. Bu yüzden, Hz. İbrahim'in yaşadığını tahmin ettiğimiz tarihin, birkaç yüzyıl öncesi ve sonrasını incelemeye aldık. Bu incelemede, Kur'an'dan elde ettiğimiz ipucu, bizim Nemrut adayımızı belirginleştirmemizde bir uyarıcı yol işareti oldu.
"Allah'ın, kendisine mülk verdiği o kimseyi, görmedin mi? Ki o, İbrahim'le Rabb'i konusunda, mücadele ediyordu. İbrahim dediği zaman, benim Rabb'im O ki, diriltir ve öldürür. (Nemrut) dedi ki: 'Ben de diriltir ve öldürürüm.' İbrahim dedi ki: 'Muhakkak benim Rabb'im, Güneş'i, doğudan getiriyor, sen de onu, batıdan getir.' (Bunun üzerine) o hakkı örten, şaşırdı. Muhakkak Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez. "
[BAKARA(2)/258]
Bu ayetin bize verdiği ipuçları şunlardır: Birincisi, aradığımız Nemrut oldukça büyük bir devletin kralıdır. İkincisi, çok açık bir şekilde "tanrılık" iddiasında bulunmaktadır. Üçüncüsü, gök cisimlerine kutsiyet atfeden bir kraldır. Biz şimdi Kur'an'daki bu izleri sürmeye devam edeceğiz.
O çağlarda, Mezopotamya'da, Agadeli Sargon'dan, Hammurabi'ye kadar olan kralları, burada tek tek anlatmak mümkündür. Ancak bu detaylar, bize İbrahim dönemi hakkında fazla fikir vermeyecek, aksine daha fazla kafa karıştıracaktır. Hammurabi'ye kadar geçen tarihsel süreç, detaylı bir şekilde incelendiğinde, karşımıza çıkan en somut 'Nemrut' adayı, 'Naram-Sin'dir.
"NARAM-SİN" SARGON'UN TORUNU
Naram-Sin, Agade'li Sargon'un torunudur. Agade'li Sargon ise muhtemelen bir Kiş rahibinin gayrimeşru çocuğudur. Kiş kralı Urzuba'nın hizmetine girmiş ve kısa zamanda vezirliğe kadar yükselmiştir. Sonra bir saray ayaklanmasıyla tahtı ele geçirip, Kiş kralı unvanını almıştır.
Tevrat'ta da, Kuş(Kiş)'in, Nimrod'un babası olduğu yazılıdır. İbn-i Mesud'dan gelen bir rivayete göre, Nemrut'un atası, Köş(Kiş)'tir. 4000 yıl öncesinden günümüze ulaşan çiviyazısı tabletlerde; "Sümerli Ludingirra", Sargon'la ilgili şunları söylüyor:
"Yönetimin, Akad'lılara ilk geçişi nasıl oldu bir bilseniz. Kiş'te, kraliçe Kubau'nun oğlunun sarayında, içki dağıtıcılığı yapan Sargon adında biri varmış. Adam sarayda çalışırken, yalnız içki işiyle vaktini geçirmemiş. Önce içinde çalıştığı sarayı eline geçirmiş, sonra da Sümer şehirlerini birer birer idaresi altına almaya başlamış. Derken etrafındaki uluslara da saldırmaktan kendini alamamış ve kendini kral yaparak Sümer Devleti temelleri üzerine, koca bir Akad Devleti'ni kurmuş. Agade adı altında yepyeni bir başkent kurmuş ve kendine, 'Dört bucağın, Sümer ve Akad Kral'ı unvanını vermiştir. Ben buna ait öyküyü, okul kitaplığımızda bulunan bir tablette okudum. Sargon kendisi hakkında şöyle yazdırtmıştı:
SARGON BİR RAHİBENİN ÇOCUĞU
"O, fakir bir kadının oğlu imiş. Babası belli değil. Annesi onu, Fırat kıyısında bir şehirde gizlice doğurmuş ve etrafı ziftle kaplanmış kamış bir sepete koyarak, nehrin sularına bırakmış." "Herhalde o bir rahibenin çocuğu idi. Daha önce yazdığım gibi rahibelerin çocuğu olmaması gerekir, çünkü onlar tanrının çocuğu sayılır. Annesi onu bu yüzden suya bırakmış olmalı. Hakikaten bir yerde, annesinin rahibe olduğunu da okumuştum."
"Sargon, çok akıllı adammış. Kızını Sümer okullarında okutup, çok iyi öğretmenlerden ders aldırmış ve 'Ay tanrısı'nın tapınağı'na başrahibe yapmış. Böyle yapmakla, hem Sümerliler'in gönlünü almış, hem de onları kendine düşman etmek istememiş. Hakikaten bizden ona başkaldıran olmamış. Ondan sonra, kral kızlarının tapınakta başrahibe olması, bir gelenek haline gelmiş."
Sargon ve takipçilerinin, Mezopotamya tarihi açısından önemi, bilim adamlarınca tartışmasız kabul edilmektedir. Mesela, Babil'in en ünlü hükümdarı Hammurabi'nin imparatorluğu bile, Agade krallarının gücüyle kıyaslanamaz. Ayrıca, Sargon'un sahiplendiği çoğu zafer ve başarılar bilinmektedir. Ancak, Sargon'un, 56 yıllık uzun saltanatı içinde, bunların tam sırası bilinememektedir.
"NARAM-SİN", KRALLIĞINI, ANADOLU'YA GENİŞLETİYOR

Bronz baş-Akad dönemi-Ninova (Sargon veya Naram-Sin'e ait olabilir.) Sargon'dan sonra, onun torunu olan Naram -Sin, imparatorluğu dedesinden daha fazla genişletmiştir. Naram-Sin, hem Halep'i, hem de gelmiş geçmiş hiçbir kralın yıkamadığı Ebla'yı zapt ettiğini ifade eder. Bu zafer, Tel Mardih bulgularıyla doğrulanmıştır. Burada 3. binyılın sonunda, merkezi Ebla'da bulunan büyük bir Sami krallığının varlığına ve Naram-Sin döneminde yıkıldığına ilişkin kanıtlar bulunmuştur.
Bizim de ileride temas edeceğimiz gibi; İbrahim ve İsmail adları, buradan çıkarılan metinlerde geçmektedir. Akad kralı, ayrıca daha önce hiçbir kralın geçmediği yoldan, Anadolu'ya geçmiştir. Daha sonra da, Kapadokyalı tüccarların işlerini kurdukları Talhatum'a gittiklerini söyler. Bugün, Diyarbakır'da bulunan ve üzerinde de kralın figürünü taşıyan dikme taş; Naram-Sin'in, Anadolu'nun güneyinde etkin olduğunu gösteren bir kanıttır.
'NARAM-SİN'İN KRALLIĞI VE "HARRAN- URFA"
Tevrat'ta, İbrahim'in yaşadığı yer olarak belirtilen Ur şehrinin, Mezopotamya bölgesinin güneyinde yer aldığı ifade edilir. Oysa geçtiğimiz yüzyıl da bulunan yazıtlar, bunun tersini söyler. İbranice metinde, Ur-Kasdim olarak geçen yer, Mari'de bulunan çivi yazılı belgelere göre, güney Mezopotamya değil, kuzeyde Harran civarındadır.
MÖ.2000 'lerde 3. Ur çağında, Nuzi ve Mari, daha geç çağda Hitit ve Ugarit çivi yazılı metinlerine göre, kuzeyde Ur adı verilen bazı koloniler kurulmuştur. Ugarit metinlerinde, 'Ur-a'nın tüccarlarının Ugarit'e geldiklerinde orada devamlı kalamayacakları, kış mevsiminde, kendi şehirleri olan 'Ur-a'ya dönecekleri yazılmaktadır. Buna göre, 'Ur-a'nın, Harran civarında olması gerekir. 'Ur-a'nın, 'Urfa' olması muhtemeldir. Çünkü Urfa'nın eski isimleri; Ur, Urha, Al-Ruha, Roha ve Khurrai dir.
HARRAN DİNİ, SÜMER-AKAD VERSİYONU
Naram-Sin'in, Urfa ve Harran ile bağlantısının bir başka kanıtı da şudur: Naram - Sin'in, 'Sin'i, Sümerlilerin, Ay tanrısının ismidir. Kendini tanrı ilan eden 'Naram-Sin'in bu unvanı anlamlıdır. Harran'da, Sabiler yoluyla hemen hemen zamanımıza kadar bir "Ay kültü"nün devam ettiği biliniyor. İlk çağlarda, Ay tanrısı Sin'in, iki ünlü merkezi vardı. Biri, Güney Mezopotamya'daki Ur (Uru) kenti, diğeri de Harran'dı. Ur ve Harran'ın ortak "Ay tanrısı kültü", ikisi arasında anlamlı bir ilişki kurmaktadır.

Ziggurat(basamaklı kule)-Nippur Maspero'ya göre, Harran dini, eski Sümer-Akad( Babil) dininin bir versiyonudur. Ay tanrısı Sin'e adanan bu kentin şekli de, Ay'ın şeklini andırıyordu. Sin, bu yörelerde, kehanet veren, koruyucu bir tanrı olarak kabul edilmiş ve tapılmıştır. Yazılı belgelere göre, burada Ay tanrısı Sin'in, E.Hul.Hul adlı tapınağı varmış. Fakat yapılan arkeolojik kazılarda henüz böyle bir tapınak bulunamamıştır. Bu tapınak hakkında, Babil kralı Nabonid'in annesi Adad-guppi, şöyle yazmıştır:
"Bütün tanrıların başı Sin'in sözüne kulak verdim. Bana söyledikleri doğru çıktı. Tek doğurduğum oğlum 'Nabonid Sin', Ningal, Nusku ve Şadarnunna'ya ait unutulmuş olan törenleri yaptı. E.Hul.Hul mabedini yeniledi. Sin, Ningal, Nusku ve Şadarnunna'yı (onların heykellerini), onun kraliyet şehri Babil'den getirerek sevinç ve mutluluk ile Harran'daki eski yerlerine koydu."
Sümerlerdeki Nanna(Ay tanrısı), Samilerdeki, Sin dir. Sin, Sami-Akad kültünde daha da önemlidir. 'Sin', Güneş tanrısı Utu(Şamaş)ın üzerinde bir 'baş tanrı'dır. Aksine, Tüm Mısır, Eski Yunan, Atlantis toplumların da, Güneş tanrısı(Ra), baş tanrıdır. Bu demektir ki, 'Sami-Akad-Harran kültü'nde 'Ay kültü' daha çok önem kazanmaktadır. Burada 'Naram-Sin'in, 'Sin'in sevgilisi anlamına geldiği hatırlanmalıdır.
GÜNEŞ, AY VE YILDIZLAR İLAHLAŞTIRILDI
Güneş, Ay ve Venüs tanrı simgeleri altında Naram-Sin Harran; Ay, Güneş, Venüs gezegenler ve yıldızların kutsal sayıldığı eski Mezopotamya putperestliğinin, önemli merkeziydi. Harran'da Astronomi ilerlemişti. Daha sonra Hıristiyanlar, Harran'a, Putperest şehri anlamına gelen "Hellenopolis" adını vermişlerdir. Dünyadaki üç büyük felsefe ekolünden birisi, "Harran ekolü"dür.
Edward Bocon'un, M.Ö. 5-6. yüzyıllarda, Urfa'ya giden Aeteria'dan aktardıklarına göre; Urfa'da, Ay, Güneş, Jüpiter, Merkür, Satürn ve Mars'a tapılmaktadır. Şehrin kapılarından birinin adı, Beth-Şemes'dir. Ve yine Hıristiyanlıktan önceki Urfa paralarında, hilal şeklinde Ay bulunduğu ifade edilir.
DÖRT BİN YILDAN BERİ "HARRAN"
Harran tarihiyle ilgili en doğru bilgiler, arkeolojik kazılardan elde edilmiştir. Harran adına ilk defa, Kültepe ve Mari'deki kazılarda rastlanmıştır. Bu isimle, M.Ö. 2000 başlarına ait çivi yazılı tabletlerde, "Har-ra-na" (veya "Ha-ra-na") şeklinde karşılaşılmıştır. Kuzey Suriye'de bulunan Ebla Tabletlerinde ise, Harran'dan "Ha-ra-na" olarak bahsedilmektedir. M.Ö. 2000'inin ortalarına ait Hitit Tabletlerinde de; Hitit'lerle Mitanni'ler arasında yapılan bir anlaşmada, Harran'daki Ay tanrısı (Sin) ve Güneş tanrısı (Utu) geçmektedir.
Bu tarihi belgelerden anlaşıldığına göre, Harran adı, 4.000 yıldan beri değişmeden günümüze kadar gelmiştir. Harran adı, Sümerce ve Akadca "seyahat- kervan" anlamına gelen 'Haran-u' dan gelmektedir. Bazı kaynaklar, bu kelimenin, 'kesişen yollar' veya 'çok şiddetli sıcak' anlamına geldiğine işaret etmektedirler.
"NARAM-SİN" DÖNEMİNDE BAŞKENT: "HARRAN" MI?
Gerçekten de Harran, Kuzey Mezopotamya'dan gelerek batı ve kuzey batıya bağlanan önemli ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Harran, Anadolu ile sıkı ticaret ilişkileri bulunan Asur'lu tüccarların da önemli uğrak yerlerinden biri idi. Anadolu'dan, Mezopotamya'ya olan ticaret, binlerce yıl Harran üzerinden yapılmıştır. Bu ise burada, zengin ve köklü bir kültür birikiminin oluşmasına neden olmuştur.
Akad kralları Sargon ve özellikle Naram-Sin, krallığını, Küçük Asya(Anadolu) ve Suriye'ye genişleterek, merkezi Harran olan bir krallığa dönüştürmüştür. Harran'ı merkez edinen Akad kralı, kendisine,"dünya kralı" unvanı vermiştir.
Bir teze göre, Babil ve Asur yazıtlarının, "dünya krallığı" diye referans verdikleri krallık, Harran başkentli bu krallıktır.
HZ. İBRAHİM'İN ATALARI VE "HARRAN BAĞLANTISI"
Mezopotamya'nın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda, MÖ.3000'lerden başlayarak İsa'ya kadar tarihlenebilen on binlerce kil tablet bulundu. Böylece Tevrat'ta anlaşılmayan birçok mesele anlaşılmıştır. Bütün bu buluntularda, İbrahim ve ailesinin yaşamlarına ve dinlerine ait birçok kanıt elde edilmiştir. Ve onlarla ilgili şehir adları, gittikleri yerler, kullandıkları eşyalar kısmen saptanmıştır.
İbrahim'in ataları olarak geçen şahıs adlarının, Harran yöresinde ki yer adları olması, bilim dünyasını oldukça şaşırttı. İbrahim'in bir kardeşinin adı olan Harran, şehir olarak bilinmektedir. İslam bilginlerine göre Harran, tufandan sonra kurulan ilk şehirdir. Bazılarına göre Nuh'un torunlarından, Kayman tarafından kurulmuştur. Bir başka örnek, İbrahim'in dedesi Nahor, karşımıza Til-Nahiri olarak çıkmaktadır. Bunlar, Mari ve Asur metinlerinde( MÖ.1900-1800 ) bilinen yer adlarındandır. Nahor'un yeri bulunamadı, ancak bilim adamları, Harran yöresinde olması gerektiği konusunda görüş bildirmektedirler.
İbrahim'in babası Terah adına uyan, Tilşa, Turah, Torah, Til-Turakki şeklinde değişen yer adları bulunmaktadır. Torah, Keçi tepesi anlamına gelir ve Balih nehrinin üzerindedir.
İbrahim'in büyükbabası Serug 'un ismi, Harran'ın batısında Sarugi şehridir. Daha eski atası Peleg'e karşı gelen yerin, Habur ırmağının Fırat'a karıştığı yerde bulunan Paliga olduğu kanıtlandı. Bilim adamları, bunların rastlantı olamayacağı görüşündeler ve bu konuda şunu söylüyorlar: "Ya bu şahıslar, buralarda yaşayan kabilelerin başkanları idi, ya da kabile adları bu şehirlere verildi."
Daha sonra, İsrail oğullarının çocuklarına; "Baban göçebe(veya kaçak) bir Arami idi" deyişi meşhurdur. Onların vatanı, Tekvin 24.10'a göre, 'Aram arazisi' idi. Padan-Aram, iki nehir arası anlamına geliyor.
Yapılan incelemelere göre, M.Ö.2000 yılları civarında bu kabile başkanları, Harran civarında bulunmaktaydı. Zira Mari metinlerinde, Abam-Ram(Abram), Yakob-el (Yakub) ve Benyamin gibi İsrail oğullarına ait isimler bulunmaktadır.
KENDİSİNİ İLAHLAŞTIRAN KRAL: "NARAM-SİN"
Arkeoloji uzmanı Dr.Oates, Naram-Sin'in, 'kendisini tanrı ilan etmesini', şöyle anlatıyor: "Agade kralları döneminin belki de en önemli yeniliği, krallık anlayışında olmuş ve ilk kez doğulu hükümdar tipinin belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Sargon'un unvanları, torunu Naram-Sin'e göre, nispeten daha alçak gönüllüdür ve erken sülale dönemi sonlarındaki kralların kullandığı unvanlardan çok farklı değildir. Fakat Naram-Sin'le birlikte, çok yadırganan ve uzun vadede kabul görmeyen bir değişiklik olmuştur."
"Naram-Sin hükümranlığının bir döneminde, o güne kadar sadece tanrı ayrıcalığı olan bir sıfat benimsemiştir. Kendi yazıtlarında adının önüne 'ilahi' işaret koymuş; yani çivi yazısıyla isminin önüne 'tanrı' yazdırmıştır. Ona adanan metinlerin dili, daha cüretkâr sayılabilir ve bu metinlerde, köleleri ona, 'ilahilik' atfetmekle kalmayıp, 'Agade tanrısı' unvanını vermişlerdir."

Zafer anıtı-Güneş diski altında, Ay boynuzlu Naram-Sin ordusuyla. "Ayrıca ünlü dikme taşında 'boynuzlu miğfer'le betimlenmiştir. Ve bu ilahi boynuzlar, aslında tanrılara özgü bir ayrıcalıktır. Güneş tanrısı Utu'yu simgeleyen ışın saçan disklerin altında, belirgin bir seviye farkı ile betimlenmiştir.
Yöneticilerin, 'kent tanrısının kâhyası' olmaktan başka ayrıcalık istemedikleri bir din sisteminde, kralların 'ilahi kimliğe' bürünmesi çok aykırı bir davranıştır. İlahi krallık anlayışını Mezopotamya asla yürekten benimsememiştir."
Antik Çağ Yakın Doğu Arkeoloji uzmanı Hans J.Nissen, bu konuda şunları söylüyor: "Elimizdeki belgelere göre, hiçbir kuşkuya düşmeden kanıtlanabilecek tek nokta, ilk kez Naram-Sin'de gözlenmiş olan kendi kendini 'tanrı katı'na yüceltmedir. Birçok yazıtta, hükümdarın adının karşısına bir tanrı için kullanılacak belirleyici işaret konulmuştur. Uyrukları, Naram-Sin'den, birçok kutsama ve bağlılık yazıtında 'Akad'ın tanrısı 'diye söz ederler."
Sümerli Ludingirra, Naram-Sin'in, kendisini nasıl tanrı ilan ettiğini şöyle anlatır: "Kral Sargon'dan sonra oğulları ve torunu Naram-Sin ülkeyi genişlettikçe genişletmiş ve bütün yönlere kol salmışlardır. Hele Naram-Sin, kendisine 'tanrıyım' diyecek kadar ileri gitmiştir. Öyle şımarmıştır ki, büyükbabası Sargon'un aksine, Sümerlileri darıltmaktan korkmayarak; bizim tanrılarımıza özellikle yüce Enlil'e ve onun tapınağı Ekur'a büyük saygısızlık etmiştir."
NARAM-SİN KRALLIĞININ "ESRARENGİZ ÇÖKÜŞÜ": "ŞİDDETLİ KURAKLIK"
Bazı anlatımlar, Naram-Sin'in krallığının çöküşünü, Guti istilacılarının yol açtığı geniş yıkıma bağlasa da; yakın tarihli ve arkeolojik araştırmalar, Naram-Sin'in krallığının çöküşünün, "şiddetli kuraklık ve kaos" sonucu olduğunu ortaya koymuştur.
Amerikan Geologi Dergisi'nde, Şubat 2006 tarihinde yayınlanan; "Eski Dünya Medeniyetlerinin Çöküşünden Sorumlu Geç Holosen Devrinde Yaşanan Kuraklık, Bir İtalyan Damla Taş Mağarasında Belgelendi " başlıklı makalede özetle şunlar yazıyordu:
"Yaklaşık 4200 yıl önce, Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya'nın alçak rakımlı bölgelerinde yaşanan 'şiddetli bir kuraklık, antik medeniyetleri, büyük bir karışıklık içine sürükledi.' Kalsit bir damla taş kayasından toplanan sabit izotop, eser element ve organik ışıma verileri bu kuraklığı kanıtlamıştır."
Science Dergisi'nin, Ağustos 1993 sayısında yayınlanan; "Üçüncü Binyıl Kuzey Mezopotamya Medeniyetinin Doğuşu Ve Çöküşü" isimli makalenin şu satırları ise oldukça anlamlıdır:
"Arkeolojik veriler ve topraktan elde edilen stratigrafik veriler, üçüncü milenyum Kuzey Mezopotamya'sındaki yağmurla beslenen tarım medeniyetinin başlangıç, gelişim ve çöküşü hakkında bize bilgi veriyor. Milattan önce 2200 yılları civarında, volkanik bir patlamanın arkasından; kuraklıkta belirgin bir artış ve rüzgâr sirkülâsyonu, toprağın kullanımında kayda değer bir bozulmaya sebep olmuştur. Bu aniden gerçekleşen iklim değişiminin; bölgenin terk edilişine, insanların firarına ve 'Akad imparatorluğunun çöküşüne' sebep olduğu apaçık ortadadır. Komşu bölgelerde de senkronize yaşanan çöküşler, bu ani iklim değişiminin, çok geniş çaplı olduğuna işaret etmektedir."
Bu araştırma, İbrahim Kavmi'nin nasıl helak olduğu konusunda çok açık bir fikir vermektedir.
AKAD-NARAM-SİN'İN ÇÖKÜŞÜ: UMMAN KÖRFEZİ'NDE SAKLI
Amerikan ve Alman üniversitelerinde görevli ve bölgede bir araştırma projesi yürüten yedi bilim adamı, "İklim Değişimi ve Akad İmparatorluğunun Çöküşü: Deniz Tabanından Kanıt" başlıklı makalesiyle, bu konuyu yeterince açıklık getirmektedir. Geologi Dergisi'nin, Nisan 2000 sayısında yayınlanan makalede şu tespitler yapılıyor:
"Akad imparatorluğu, üçüncü milenyumun son yüzyıllarında, Fırat ve Dicle nehirlerinin doğduğu yerden başlayıp, Basra Körfezi'nde son bulan Mezopotamya bölgesini tamamen hükümranlığı altına almıştır. Arkeolojik veriler, bu çok gelişmiş uygarlığın, 'birdenbire ve büyük bir ihtimalle de kuraklık nedeniyle', bundan yaklaşık 4170 ± 150 yıl önce çöktüğünü göstermiştir. Bu iddianın doğruluğunu test etmek için Mezopotamya bölgesinden elde edilen ayrıntılı paleoklimatik kalıntılar, yetersiz kalmıştır. Ancak bölgesel kuraklık değişimleri, bu bölgeye komşu okyanus tabanlarında, koruna gelmiştir. Biz, Halosen devrindeki bölgesel kuraklık değişimlerini; Umman Körfezi'nde ki deniz tabanından alınan tortu çekirdeklerinin, mineralojik ve jeokimyasal analizlerini değerlendirerek kaydettik. Umman Körfezi'nin seçilme nedeni, Mezopotamya da ki arkeolojik bölgelerden kalkan toz ve kumu, rüzgârın bu yöne sürüklemesiydi."
ÇÖKÜŞÜN NEDENİ : "AŞIRI KURAKLIK ŞARTLARINA ANİ GEÇİŞ"
"Araştırma sonuçlarımız, bu bölgeden gelen rüzgârın oluşturduğu toz ve yine bu bölgedeki kuraklık değerlerinin, çok ani olarak yükseldiğini belgelemiştir. İvmelendirici kütle spektrometresi radyo karbon tarihlemesini, zamanımızdan 4025 ± 125 yıl önce, olarak yapmıştır. Radyojenik (Nd ve Sr) izotoplarının analizleri, gözlemlenmiş yüksek miktardaki mineral tozlarının, Mezopotamya kaynaklı olduğunu doğrulamıştır. Arkeolojik bölgeler ve deniz tortularından alınan kayıtlar arasındaki volkanik kırıkların jeokimyasal korelâsyonu, 'Mezopotamya'daki kuraklık ve sosyal çöküşün aynı zamanda gerçekleştiğini açıkça göstermektedir. Aşırı kuraklık şartlarına ani dönüşüm, 'Akad İmparatorluğu'nun çöküşü'nde anahtar rolü üstlenmiştir."
Bu bilimsel verilerden anladığımız kadarıyla, "çok şiddetli ve ani kuraklık", İbrahim'in terk ettiği kavminin sonunu getirmiştir. Tüm bölgeyi etkisi altına alan kuraklık sebebiyle, gelecekte Yakub'un oğullarının da yapacağı gibi, İbrahim'in de Mısır'a bu sebeple gittiği kuvvetle muhtemeldir.
Naram-Sin dönemiyle, bahsedilen 'bölgesel kuraklık dönemi' ve Mısır papirüslerinde belirtilen kuraklık tarihleri arasında ilginç paralellik görmekteyiz.
Fransa'daki Yakın Doğu Arkeolojisi Enstitüsü Başkanı Jean Vercoutter, 'Eski Mısır' adlı kitabında şunları yazar:
"Klasik Mısır tarihinin Eski Krallığı'nı, Orta Krallık'tan ayıran yaklaşık bir yüzyıldan fazla süren sosyal sıkıntılar ve yabancı sızmalardan ötürü yaşanan kargaşa dönemine, Birinci Ara Dönem diyoruz. Elimizdeki kaynakların bildirdiğine göre, çöküşün en temel nedeni muhtemelen fiziksel nitelik taşımaktadır. MÖ. 2300 yıllarına dek yeterince nemli bir iklime sahip olan Mısır toprakları, kuraklaşmaya başlamış, bunun sonucunda besin kaynakları azalmış ve komşu bozkırlarda yerleşmiş olan nüfus vadiye sığınmış, bu da ekonomik ve toplumsal sarsıntılara neden olmuştur." Bölgedeki arkeolojik araştırmalardan elde edilen belgeler de, Akad Krallığı'nın ve Naram-Sin'in sonunu, şöyle özetlemektedir:
İletişim kesilir, haydutlar yolları tutar, sulama sistemi çöker. Sümer-Akad ülkesini, kararsız koşulların yarattığı bir felaket ve korkunç bir kıtlık sarar. Savaş arabaları ve gemileri işe yaramaz bir şekilde terkedilmiş durumdayken; Naram-Sin, çuvaldan giysiler içinde, küskün ve bir başına kalmıştır.
Bu 'kaotik ve esrarengiz' durum, Naram-Sin'in düştüğü durumla birleşince, Nemrut'un, İbrahim karşısındaki aczini ve yıkılışını hatırlamamak mümkün değildir. Hadis kaynaklarında, Nemrut'un ordusunun ve kendisinin Allah'ın azabıyla perişan olduğu kaydedilmektedir.
KUR'AN'DA: "İBRAHİM VE KAVMİYLE MÜCADELESİ"
Bu aşamadan sonra, İbrahim'in, Nemrut(Naram-Sin) le mücadelesini Kur'an'dan izleyeceğiz. İbrahim Kavmi'nin, karakteristik özelliklerini ve İbrahim'in, çağının emperyal gücüne nasıl meydan okuduğunu yakından göreceğiz.
Kur'an anlatıyor:
Muhakkak Biz, önceden İbrahim'e, rüştünü(olgunluğunu) verdik ve Biz, onu bilenleriz.
O, babasına ve kavmine dediği zaman, bu temsiller(putlar) nedir ki siz, onlara boyun eğiyorsunuz?
Dediler ki: "Biz, babalarımızı onlara köle olurken bulduk."
(İbrahim) Dedi ki: "Muhakkak sizler ve babalarınız, apaçık bir sapıklık içindesiniz."
Dediler ki: "Sen bize hakkı(gerçeği) mi getirdin, yoksa sen, oyun oynayanlardan mısın?"
(İbrahim) Dedi ki: "Bilakis sizin Rabb'iniz, göklerin ve Yer'in Rabb'idir. O ki, onları yarattı ve ben buna şahitlerdenim."
"Andolsun Allah'a, sizler dönüp gittikten sonra, putlarınıza tuzak kuracağım."
Böylece O, onların büyük(putları) hariç olmak üzere, onları paramparça etti. Umulur ki, ona(büyüğüne) başvururlar diye.
Dediler ki: "Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o, zalimlerdendir."
Dediler ki: "Kendisine İbrahim denilen bir gencin, bunları diline doladığını işittik."
Dediler ki: "Onu, insanların gözleri önüne getirin. Umulur ki onlar, şahitlik ederler."
Dediler ki: "Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın, ey İbrahim?"
(Dedi ki): "Bilakis, onların büyüğü bunu yaptı. Şayet konuşabilirlerse, onlara sorun!"
(Bunun üzerine), kendilerine döndüler ve dediler ki: "Şüphesiz sizler, zalimlersiniz."
Sonra başlarını çevirdiler."(İbrahim), sen gerçekten bilirsin ki bunlar konuşamazlar!"
Dedi ki: "O halde, sizlere yararı ve zararı olmayan, Allah'tan başkasına mı köle oluyorsunuz?"
"Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza! Aklınızı kullanmayacak mısınız?"
Dediler ki: "Şayet yapacaksanız, onu(İbrahim'i) yakın! Ve ilahlarınıza yardım edin!"
Biz söyledik: "Ey ateş, İbrahim'in üzerine soğuk ve selâmet ol!"
Ona, bir düzen (tuzak) kurmak istediler, ancak Biz, onları hüsrana uğrattık.
Onu ve Lut'u kurtarıp, âlemler içinde bereketli kıldığımız yere (yerleştirdik).
[ENBİYA(21)/51- 71]

İbrahim'in atıldığı ateş dağının ortasında fışkıran su. Nemrutlar, yok oldu. İbrahim ve onun dini, ebediyyen yaşayacaktır. (Urfa)
Muhakkak İbrahim de, onun (Nuh'un) soyunun bir kolundandır.
O(İbrahim), Rabb'ine arınmış bir kalp ile geldiği zaman.
Babasına ve kavmine dedi ki: "Neye köle oluyorsunuz?"
Allah'ın dışında birtakım ilahlar mı uyduruyorsunuz?
Âlemlerin Rabb'ine zannınız(inancınız) nedir?
(İbrahim), yıldızlara bir bakışla baktı
Ve dedi ki: "Ben hastayım."
(Kavminden olanlar), ondan, yüz çevirip gittiler.
(Bunun üzerine), onların ilahlarına doğru koşarak: "Yemek yemiyor musunuz?" dedi.
Ne oluyor size ki, konuşmuyorsunuz?
Daha sonra, onların üzerine yönelip, sağ eliyle bir darbe indirdi.
Arkasından (halkı), koşarak onu karşıladılar.
Oyup- yonttuğunuz şeylere mi, köle oluyorsunuz?
Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de, Allah yaratmıştır.
Dediler ki: "(İbrahim) için bir bina yapın. Sonra da onu, ateşe atın!"
Böylece ona, bir düzen(tuzak) kurmak istediler. Biz de onları, aşağılananlardan kıldık.
[SAFFAT(37)/83-98]
O zaman ki İbrahim, babası Azer'e: "Putları ilahlar mı ediniyorsun?" Dedi. Şüphesiz ben, seni ve kavmini, apaçık bir sapıklık içinde görüyorum."
Böylece Biz, İbrahim'e, yakin (ilim sahiplerinden) olsun diye, göklerin ve Yer'in melekûtunu(özünü-ruhunu) gösterdik.
Gece, (İbrahim'i) örtünce, bir yıldız gördü. Dedi ki: "Şu benim Rabb'imdir." Ne zaman ki o(yıldız) kayboldu, dedi ki: "Ben kaybolup-gidenleri sevmem."
Arkasından Ay'ı, doğarken görünce, dedi ki: "Bu benim Rabb'imdir." O da kaybolunca dedi ki: "Şayet Rabb'im beni doğrultmazsa elbette ben, sapmış kavmimden olurum."
Daha sonra Güneş'i doğarken gördü, dedi ki: "İşte bu benim Rabb'imdir. Bu en büyüğüdür." Ancak o da kaybolunca, kavmine dedi ki: "Ey kavmim, doğrusu ben, sizin şirk koşmakta olduklarınızdan uzağım."
Muhakkak ben yüzümü, dosdoğru, gökleri ve Yer'i yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.
Kavmi, onunla mücadele etti. (İbrahim) dedi ki: "Allah, beni doğru yola iletti. Siz, O'nun hakkında, benimle mücadele mi ediyorsunuz? Ben, O'na şirk koştuğunuz şeylerden korkmuyorum, ancak, Rabb'imin dilemesi müstesna. Benim Rabb'im, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır, düşünmüyor musunuz?"
Sizler, Allah'ın indirdiği hiçbir delil olmaksızın, Allah'a ortak koşmaktan korkmazken; ben, sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şayet biliyorsanız (söyleyin)! Bu iki fırkadan hangisi emniyete müstahaktır?
O iman edenler ve imanlarına zulüm(şirk) karıştırmayanlar, işte onlar, emniyettedirler ve hidayette olanlar onlardır.
Biz bu delillerimizi, kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz, dilediğimiz kimsenin, derecelerini yükseltiriz. Muhakkak, senin Rabb'in, Hâkim'dir, Âlim'dir.
[EN'AM(6)/74-83]
Dr. Halil Bayraktar Gökben Coşkun
Kaynaklar:
1) Kur'an-ı Kerim
2) Joan Oates, Babil, çev. Fatma Çizmeli, Arkadaş Yy, Ankara,2004.
3) Hans J.Nissen, Ana Hatlarıyla Mezopotamya, Çev.Zühre İlkgelen, Arkeoloji Ve Sanat Yy,İstanbul,2004.
4) Marc Von De Mieroop, Antik Yakın Doğunun Tarihi, Çev. Sinem Gül, Dost Yy, Ankara, 2006.
5) Egon Friedell, Mısır Ve Antik Yakın Doğunun Kültür Tarihi, Çev. Ersel Kayaoğlu, Dost Yy, Ankara, 2006.
6) Gaston Maspero, Ulusların Mücadelesi, Londra, 1920.
7) S.Süleyman Nedvi, Ad, Semud, Medyen Kur'an-ı Kerim 'de Kavimler Ve Topluluklar, Çev. Abdullah Davudoğlu, İnkılâp Yy, İstanbul, 2003.
8) Barnabas İncili, İng.den Çev. Mehmet Yıldız, Milenyum Yy, İstanbul, 2005.
9) Bilim ve Teknik, Sayı: 118, 131, 149,1977-1980.
10) İbn-i İshak, Siyer, Akabe Yy, İstanbul,1988.
11) Mahmut Esad, İslam Tarihi, Marifet Yy, İstanbul, 1995.
12) Yahudi Ansiklopedisi, "Harran üzerine bir makale", C. 6, s. 231(Arap coğrafyacısı Yakut'tan alıntı yapmış.)
13) Dr.H.F.Helmolt, Dünya Tarihi Ansiklopedisi, Londra,1903.
14) İslam Ansiklopedisi, MEB, C. 5/2, İstanbul,1977.
15) H. Weiss, M. -A. Courty, W. Wetterstrom, F. Guichard, L. Senior, R. Meadow, A. Curnow,"The Genesis and Collapse of Third Millennium North Mesopotamian Civilization", Sc

ience, New Series, C. 261, Ağustos 1993.
16) H. M. Cullen, P. B. deMenocal, S. Hemming, G. Hemming, F. H. Brown, T. Guilderson, F. Sirocko, "Climate Change and the collapse of the Akkadian empire: Evidence from the deep sea", Geology Magasine, C.28, s. 379-382, Nisan 2000.
17) Jean Vercoutter, Eski Mısır, Çev. Emine Çaykara, İletişim Yy, İstanbul,2003.
18) G. Zanchetta, J. Hellstrom, R. Maas, A. Fallick, M. Pickett, I. Cartwright, and L. Piccini, "Late Holocene drought responsible for the collapse of Old World civilizations is recorded in an Italian cave flowstone" Geology Magasine, C.34, s.101-104, Şubat 2006.
19) Muazzez İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber, Kaynak Yy, İstanbul, 1997.
20) Muazzez İlmiye Çığ, Sümerli Ludingra, Kaynak Yy, İstanbul, 1996.

12 Haziran 2013 Çarşamba

ESKİ ÇAĞ TARİHİNDE SAMİ GÖÇLERİ

Afyon Kocatepe Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Eskiçağ tarihinde sami göçleri
Cemil Bülbül
Afyon
2005

İÇİNDEKİLER
TEZ JÜRİSİ VE ENSTİTÜ MÜDÜRLÜĞÜ ONAYI………………………………………..iii
ÖZET...................................................................................................................................iv
ABSTRACT..........................................................................................................................v
ÖNSÖZ................................................................................................................................vi
ÖZGEÇMİŞ .........................................................................................................................vii
KISALTMALAR ............................................................................................................... viii
GİRİŞ....................................................................................................................................1
I.BÖLÜM..............................................................................................................................2
YAKIN DOĞU VE MEZOPOTAMYA’NIN COĞRAFİ KONUMU .................................2
II. BÖLÜM ..........................................................................................................................10
SAMÎLER........................................................................................................................10
1. SAMÎLER’E AİT KAYNAKLAR ............................................................................10
2. SAMÎLER’İN ANA YURDU...................................................................................11
3.SAMÎ GÖÇLERİ’NE GENEL BAKIŞ.......................................................................12
4. SAMÎ KAVİMLER VE SAMÎLEŞMİŞ KAVİMLER...............................................14
5. SAMÎLER’İN SİNEAR’I İSTİLASI .........................................................................15
III. BÖLÜM.........................................................................................................................18
AKKAD GÖÇLERİ .........................................................................................................18
I. AKKAD İMPARATORLUĞU..................................................................................18
1. AKKAD DÖNEMİ KAYNAKLARI.....................................................................18
2. SÜMERLER VE AKKADLAR ............................................................................19
3. AKKAD DEVLETİ’NİN KURULUŞU VE SARGON DÖNEMİ .........................20
4. MANİŞTİSU VE RİMUŞ DÖNEMLERİ..............................................................25
5. NARAM-SİN DÖNEMİ .......................................................................................26
6. ŞARKALİ-ŞARRİ (BİNKALİ-ŞARRİ) ................................................................30
7. AKKAD MEDENİYETİ.......................................................................................31
IV. BÖLÜM.........................................................................................................................35
AMURRU (MARTU) GÖÇLERİ .....................................................................................35
1. YENİ SÜMER DEVLETİ ( MÖ. 2060–1960)...........................................................35
2. AMURRULAR VE AMURRULAR DÖNEMİNE AİT KAYNAKLAR...................39
3. FİLİSTİN VE SURİYE’DE AMURRULAR.............................................................42
4. MISIR’DA AMURRULAR ......................................................................................44
5. BABİLLİLER...........................................................................................................44

6. İSİN – LARSA DEVRİ.............................................................................................52
V. BÖLÜM..........................................................................................................................67
ARAMİ GÖÇLERİ...........................................................................................................67
1. ARAMİLER’İN ORTAYA ÇIKIŞI...........................................................................67
2. ARAMİ GÖÇLERİNE GENEL BAKIŞ....................................................................73
3. ARAMİLER DÖNEMİNE AİT KAYNAKLAR.......................................................74
4. ARAMİLER’İN IRKI MESELESİ............................................................................76
5. FİLİSTİN’DE ARAMİLER ......................................................................................80
6. HAMA VE KİMAŞK PRENSLİKLERİ ...................................................................81
7. ARAMİLER’İN ASUR İMPARATORLUĞUNA AKINLARI .................................86
8. ANADOLU’DA ARAMİ ETKİLERİ .......................................................................87
9. ARAMİLER’DE SOSYAL VE KÜLTÜREL HAYAT .............................................95
SONUÇ...............................................................................................................................99
KAYNAKÇA.....................................................................................................................101
EKLER ..............................................................................................................................102

ÖZET
Bilindiği üzere, Samî Göçlerin Eskiçağ tarihinde oynadığı rol inkâr edilemez. Çünkü bu göçler sonucundadır ki, Önasya toplumları gerçek hüviyetlerine kavuşmuşlardır.
Samî göçlerin ilki, Akkad Göçleri’dir. MÖ. 2500’lerde Mezopotamya’ya giren Akkadlar’ın Arabistan yarımadasından geldikleri sanılmaktadır. Akkadlar,Mezopotamya’daki Sümer hakimiyetine son vererek, kendi devletlerini kurmuşlar ve MÖ.2350-2150 yılları arasında tüm Önasya dünyasını kontrolleri altında tutmuşlardır.
Samî göçlerin ikincisi ise Amurrular (Martular) tarafından gerçekleştirilmiştir. MÖ. 3.Binyılın sonları ile MÖ. 2. Binyılın başlarında cereyan eden Amurru göçleri sonucunda III. Ur Sülalesi yıkılmış ve Mezopotamya’da tüm siyasal güç Samî Amurrular’ın eline geçmiştir.
Amurrular’ın kurduğu en önemli devletlerden biri Eski Babil Devleti’dir.Samî göçlerin üçüncüsü ise Arami göçleridir. MÖ. 11. – 9. yüzyıllar arasında vukubulduğu anlaşılan Arami göçleri sonunda Önasya’nın etnik ve siyasal yapısında önemlideğişmeler olmuştur.


ÖNSÖZ
Tez konumuzu teşkil eden “Eskiçağ Tarihinde Samî Göçleri” konusu, bugüne kadar üzerinde yeterince çalışılmayan konulardan biriydi. Halbuki, Eski Önasya tarihi ve medeniyetinin oluşmasında önemli katkıları olan Samî orijinli kavimlerin kimlikleri, anayurtları ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bir çalışma yapılması gerekmekteydi. İşte bu durumu dikkate alarak, yukarıdaki konu üzerinde kapsamlı bir çalışma yapmayı hedefledik.
Danışman hocamız Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ’in gözetiminde başlattığımız bu çalışma sonunda Samîler hakkında yazılmış birçok makale ve kitabı inceleme fırsatı bulduk.
Ayrıca, Eski Mezopotamya tarihi hakkında bilgi veren yazılı ve arkeolojik kaynakları da tarama fırsatını yakaladık.
Yapmış olduğumuz tarama ve çalışmalar neticesinde Samî Göçler konusunda kafamızda oluşan birçok sorunun da cevabını bulmuş olduk.
MÖ. 2500’lerde Akkad Göçleri ile başlayan, MÖ. 2100’lerde Martu Göçleri ile devam eden ve MÖ. 11-9. yüzyıllar arasında Önasya dünyasını allak bullak eden Arami Göçleri ile son bulan üç büyük Samî Göç Hareketi hakkında son derece ilginç bir bilgiler yığını oluşturmayı başardık.
Bu çalışmanın gerçekleştirilmesinde bizden hiçbir yardımını esirgemeyen danışman hocam Sayın Prof. Dr. Ekrem MEMİŞ’e teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Cemil BÜLBÜL
Afyonkarahisar-2005

ÖZGEÇMİŞ
Cemil BÜLBÜL
Tarih Anabilim Dalı
Yüksek Lisans
Eğitim
Lisans: 2003 Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü.
Lise: İskenderun Şemsettin Mursaloğlu Lisesi, Sosyal Bilimler Bölümü
İş/İstihdam
2004-Afyon Kocatepe Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
Kişisel Bilgiler
Doğum Yeri ve Yılı: İskenderun - 1981
Cinsiyet: Erkek
Yabancı dili: İngilizce

KISALTMALAR
a.g.e.: Adı geçen eser
A.Ü.D.T.C.F.: Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
C: Cilt
CAH: Cambridge Ancient History. Cambridge
Çev: Çeviren
EAT: Eski Anadolu Tarihi
EMT: Eski Mezopotamya Tarihi
KBo: Keilschrifttexte aus Bogazköi. Berlin.
MÖ: Milattan Önce
s: Sayfa
S: Sayı
TTK: Türk Tarih Kurumu
Yay: Yayın

GİRİŞ

“Eskiçağ Tarihinde Samî Göçleri” konulu çalışmamızı 5 ana bölümden oluşturduk.
Bilindiği üzere, bir ülkenin tarihini anlamanın ve anlatmanın en iyi yolu, ilk aşamada o ülkenin coğrafi özelliklerini iyi kavramaktan geçer. İşte bu yüzdendir ki, biz de çalışmamızın,
I. Bölümünü YAKINDOĞU VE MEZOPOTAMYA’NIN COĞRAFİ KONUMU bahsine
ayırdık.

SAMÎLER konusunun ele alındığı II. Bölüm’de ise önce Samîler’e ait kaynakları ana
hatları ile tanıttıktan sonra, Samîler’in anayurdu meselesini ve bu mesele hakkında ortaya
atılan farklı görüşleri masaya yatırdık. Bu bölümün ilerleyen sayfalarında da “Samî
kavimler” ve “Samîleşmiş kavimler” kavramlarını açıklamaya çalıştık, ardından da
Samîler’in Sümerler’in oturduğu Sinear memleketini (Basra Körfezi civarı) nasıl işgal
ettiklerini gözler önüne sermeye gayret ettik.

III. Bölümde Samî göçlerin ilkini oluşturan Akkad Göçleri’nden söz ettik. Bu bölümde
önce Akkad dönemini aydınlatan yazılı ve arkeolojik kaynakları tanıttık, ardından da
Sümerlerle Akkadlar’ın karşılaşmalarından ve bunun akabinde kurulan Akkad devletinden ve
bu devletin yayılmacı politikasından bahsettik. Akkad İmparatorluğu’nun son dönemlerini ve
yıkılmasını da gözler önüne serdikten sonra Akkad medeniyetinden söz ettik.

Çalışmamızın IV. Bölümünde Samî göçlerin ikinci aşamasını oluşturan ve MÖ. 3.
Binyılın sonları ile 2. Binyılın başlarında cereyan eden AMURRU (MARTU) Göçleri’ni
kaynakların ışığında, tüm ayrıntılarıyla ele almaya gayret ettik. Amurrular’ın
Mezopotamya’nın siyasi ve kültürel tarihine ne gibi katkılarda bulunduğundan söz ettik. Her
şeyin önemlisi Amurrular’ın kimliğine ilişkin sorulara cevaplar bulmaya çalıştık.

Tezimizin V. ve son bölümünde ise MÖ. 11. - 9. yüzyıllar arasına tarihlenen Arami
Göçleri’nden söz ettik. Aramiler’in Önasya dünyasına nasıl ve hangi yollardan
yayıldıklarından ve Asur krallarının bu kavimleri durdurmak için ne büyük çabalar
sarfettiklerinden söz ettik.

SONUÇ kısmında ise, üç büyük Samî göç neticesinde Önasya dünyasında meydana
gelen sosyal, siyasal, ekonomik, dini ve kültürel değişimlerden söz ettik.
Çalışmamızın, bundan sonra, bu konu üzerinde çalışacak olan arkadaşlarımıza
rehberlik edeceğini umuyoruz.

I.BÖLÜM YAKIN DOĞU VE MEZOPOTAMYA’NIN COĞRAFİ KONUMU


Eskiçağın en eski ve en önemli yerleşim merkezlerinden biri Mezopotamya idi.
Yunanca Mesos=Orta ve Potamos=Irmak sözcüklerinden türetilmiş olup, yine bu dilde “İki nehir arası” anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle iki nehir arasındaki bölgeyi anlatan bircoğrafya terimidir.
Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Yukarı Mezopotamya olmak üzere iki bölgeye ayrılır.
Aşağı Mezopotamya İran’ın Basra Körfezi’nden bugünkü Irak ortalarına kadar olan bölgedir.
Yukarı Mezopotamya ise, bugünkü Irak ortalarından Anadolu’da Güneydoğu Toroslar’ın güneyine kadar uzanan bölgedir.
Eskiçağ tarihinde çok önemli bir role sahip olan bu bölge, fiziki şartları yönüyle, Toros dağlarından İran Körfezi’ne kadar uzanır ve doğal sınırlarla çevrilidir. Kuzeyden güneye doğru hafif bir meyille uzanır. Üç
tarafı dağlarla çevrili olup; doğusunda İran dağları, batısında Akdeniz’e paralel olarak uzanan Lübnan Dağları ve Anti Lübnan dağları ile kuzeyinde Güney Anadolu dağları yer alır. Bu dağlar, çöl ile denizi birbirinden ayıran doğal bir set oluşturur. Bu yükseklikler 3000 m ile 2000 m arasında değişmektedir. Akkad Sülalesi zamanında Sedir dağları denilen Amanoslar da 2000 m’ye ulaşır.

Özetle tekrar söyleyecek olursak Mezopotamya, üç tarafı dağlarla çevrilmiş, sadece güneyden sonsuz gibi görünen Suriye ve Arabistan çöllerine açık mükemmel bir düzlüktür.
Dicle ve Fırat gibi iki büyük nehir arasında yer alan bu verimli bölgeye, Mısırlılar da aynı manâya gelen “Naharina” adını vermişlerdir.
İslami devirlerde ise Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bu bölge ada anlamına gelen “Cezire” olarak adlandırılmıştır.
Fakat, Mezopotamya uygarlığının temellerini atan ve buraya dışardan gelip yerleşen en eski kavim olan Sümerler ise bölgeye  “Kengi” adını vermişlerdir.

Mezopotamya’nındeğişik yöreleri, zaman içerisinde değişik isimlerle anılmıştır. Gerçekten, bugün Hor Dalmaç
diye anılan Basra Körfezi’nin kuzeybatısındaki bataklık bölgeye Yeni Sümer Devleti zamanında (MÖ. 2060-1960) “Sümer”, I. Babil Sülalesi zamanında (MÖ. 1850-1550 ) “Denizeli” (Deniz İli), MÖ. 1. Binyılda ise “Kalde” denilmekte idi. Körfezin kuzey taraflarından 34. enlem dairesine kadar olan bölgeye Sümerler zamanında Agade şehrine dayanarak “Akkad” denildiği halde Avrupalı araştırmacılar, bu bölgenin kuzey kesimine “Asur Ülkesi”, güneydeki alüvyonlu bölgeye sırasıyla “Babilonya” ve “Sümer” (Sinear), Basra Körfezi’nin doğusundaki topraklara da “Elam” adını vermişlerdi.

Yeni Sümer Devleti olarak da adlandırılan III. Ur Sülalesi döneminde (MÖ. 2060-1960) Akkad’ın batısındaki memleketlere Batı memleketleri manâsına gelen “Martu Memleketleri”, doğusuna ise, “Subartu” denildiği vesikalardan öğrenilmektedir. Dicle’nin doğusunda küçük Zap suyu ile Diyala nehri arasındaki bölgenin güney kısmına Gutium deniliyordu.

Mezopotamya, verimli topraklarından dolayı sürekli istilâlara uğramıştır.
Tarih boyunca değişik kavimler buraya gelip yerleşmişlerdir.
Bu durum, bölgede çeşitli uygarlıkların kurulmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı, çevrede meydana gelen değişiklik, yer isimlerine de yansıyordu. Meselâ, Sümerler zamanında Sabartu denilen Dicle’nin doğu kesimine I. Babil Sülalesi zamanından itibaren Asur denilmeye başlanmıştı. I. Babil Sülalesi’nin yerini alan Kaslar ise Babil’e Karduniaş diyorlardı.

Görüldüğü gibi zaman içinde Mezopotamya’nın hem sakinleri, hem de topraklarının isimleri değişmiştir.
Mezopotamya, yeryüzü şekilleri bakımından karışık bir yapı arz etmektedir.
Mezopotamya’nın kuzeyinin dağlık olmasına karşılık, güneyi düz bir ova görüntüsü sergiler.
Fakat, Dicle ve Fırat nehirleri bu bölgeden geçmemiş olsaydı, Güney Mezopotamya Suriye Çölü’nün bir devamı niteliğinde olurdu.
Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynakları birbirlerine çok yakın olduğu halde, daha başlangıçta yönleri hemen değişir. Fırat batıya doğru, Dicle ise doğuya doğru akar. Her iki nehir de kendi yönlerinde bir süre mesafe katettikten sonra güneye doğru kıvrılır ve elli kilometre birbirlerine paralel akarlar. Günümüzde her iki nehir de denize yüz kilometre kala birleşerek (Şat-ül Arab adıyla) tek nehir halinde Basra Körfezi’ne dökülür.
                         
İki nehir birleştikten sonra Elam Dağları’ndan inen Kerha ve daha güneyde Karun nehirlerini alır. Karun nehrinin Pers Dağları’ndan getirdiği miller, Dicle ve Fırat’ın getirdikleri ile birleşerek körfezin ağzında bir set meydana getirmişlerdir. Bu set, körfezin  med ve cezir hareketi ile temizlenmesine engel teşkil ettiğinden, Dicle ve Fırat’ın milli çamurları burada birikmeğe başlamıştır. Güneyden onlara katılan nehirlerin getirdiği miller de
devreye girince, Fırat ve Dicle’nin suları artık denize ulaşamadıklarından dolayı etrafa yayılmışlar, bunun sonucunda “Deniz İli” denilen, adalarla dolu bataklık ve sığ bir arazi meydana gelmiştir. Eskiden Dicle ve Fırat nehirleri birbirlerinden sadece seksen kilometre uzakta iken, günümüzde birbirlerinden yüz elli kilometre uzaklaşmışlardır.
Aslına bakılırsa Mezopotamya'nın doğal koşulları, uygarlığın gelişmesine elverişli değildi. Bölgenin doğal koşullarında görülen ani değişiklikler, insanların denetimini aşan durumlar yaratabilirdi. Basra Körfezi'nin ilkbahar gelgitleri, denizin 2,5-3 metreye kadar kabarmasına yol açabiliyor; güneyden esen rüzgârların sürüp gitmesi, ırmakların yataklarında altmış yetmiş santimetreye kadar yükselmelerine yol açabiliyordu. Doğu Anadolu'ya düşen mevsim normallerini aşan kar yağışları, ya da daha güney bölgelerde görülen anormal
yağmurlar, ırmakların düzeyinin birden bire yükselmesine neden olabiliyor; Zap suyunun veya Habur ırmağının geçtiği dar boğazlarda görülecek bir toprak kayması, bol miktarda suyun önce birikmesine sonra birden bire boşalmasına neden olabiliyordu.
Bu olaylardan herhangi birinin yada birden çoğunun birlikte görülmesi, güney ovalarının toprak setlerinin dolduramayacağı bir sel yaratabilirdi. Bu durumda kaypak bir ovada sürekli yerleşim yerleri kurmaya kalkan bu eski toplulukların, bir yandan böylesine bir yüreklilik gösterirken, öte yandan korku içinde yaşamış olmalarını da düşünebiliriz.
Bu durum, teolojide işlenip geliştirilen, ama aynı zamanda toplumsal yaşamın örgütlenişini, kentin bir tanrı tarafından yönetildiği düşüncesini açıklayan bir anlayıştı.
Tüm bu olumsuzlukların yanında, Mezopotamya’da kışlar kısa, yazlar ise uzun sürmektedir. Bununla beraber yaşam kaynağı diyebileceğimiz nehirlerin bol olması da, sözünü ettiğimiz bu toprakların, Asya'dan gelen ve sulak topraklar arayan kavimlerin buralara yerleşmek istemelerinin en başta gelen nedenlerini  oluşturmuştur.

Öte yandan kuraklık felâketine uğrayan Arabistan kabileleri için de bu verimli topraklar, göçü özendiren özellikler taşımaktaydı. Bu nedenle Mezopotamya'ya kimi Asyalı, kimi Sami kökenli, bazen de Hint Avrupalı kavimler yerleşiyorlardı.
Bu durum, Mezopotamya'da kurulan herhangi bir devletin uzun süreli ve kararlı hâkimiyetine engel olan önemli bir etken durumundaydı. Böylece Mezopotamya şehirlerinde ırk bakımından sürekli bir karışma ve bir melezleşme oluyordu.
Mezopotamya tarihinin başlıca karakteristiği, doğal sınırlarının olmaması nedeniyle bölgenin sürekli olarak değişik kavimlerin egemenliği altına girmesi ve bu açıdan da Mısır'a göre dahaaz homojen bir kültür gelişimine sahne olmasıdır.

Mezopotamya, tarihe belirli zaman kesiti içinde sahne olmuştur. Bu süreç içinde oluşan siyasal olayların ağırlık noktaları yine zaman zaman ve bazı duraklamalarla Güney Mezopotamya'dan kuzeye doğru geçmiştir.
Fırat ve Dicle nehirlerinin yatakları zamanla değişime uğramıştır.
Orta Dicle bölgesine ve İran'ın kuzeybatı sınırındaki Zagroslar’ın ön kısmına bol miktarda yağmur yağdığı için, bu bölgenin insanları MÖ. 7. Binyıl’dan itibaren buralarda bir çiftçi kültürü geliştirmişlerdir. Su, bölgenin insanlarına mutluluk ve felâketi birlikte getirmiştir.
Mezopotamya'nın doğal sınırları yoktu. Bölge, güneybatıya doğru Suriye Çölü'ne, kuzeydoğuya doğru İran Yaylası’na, buralardan gelebilecek saldırı ve göç girişimlerine karşı gayet açıktı. Öte yandan Fırat ve Dicle vadileri Anadolu'dan gelebilecek istila hareketleri için de oldukça müsait durumdaydı. Bununla birlikte Mezopotamya'da oluşan uygarlığın dışarıya yayılması da oldukça kolay olmuştur. Bölgenin bu jeolojik yapısı Önasya'yı etkilemede etkin rol oynamıştır.
Mezopotamya; Mısır, Suriye-Filistin kıyı alanı, Anadolu'da Çukurova, Güneydoğu Anadolu, İran'da Zagros Dağları’yla çevrili Münbit Hilal’in (Bereketli Hilal'in) tarihinin oluşumunda büyük rol oynamıştır.

Yeni araştırmalar göstermiştir ki, Mezopotamya oldukça geç bir dönemde iskân edilmiştir.
Kerkük civarındaki dağlık bölgelerde Paleolitik ve Mezolitik dönem insanları yaşamıştır. Buna karşılık, Güney Mezopotamya çok sonraları MÖ. 6. Binyıl’daki iklim değişiklikleriyle ve insanların toplu yaşama ve çalışma yolunda gösterdikleri gayretlerle iskânlara sahne olmuştur. Küçük Zap ile Dicle’ye katılan Adhaim Suyu’nun kaynağında, yani Kerkük yakınlarında yer alan Arappa ve Nuzi’de (Yorgan Tepe) yapılan Amerikan
kazıları sonunda, Yakın Doğu’nun karanlık çağı olarak adlandırılan MÖ. 16-15. Yüzyıllar
arasını aydınlatan vesikalar bulunmuştur.

Buz tabakaları geri çekilip, denizler yükselirken, hava sıcaklıklarında ani artışlar meydana geldi. MÖ. 12.000 ile 8000 arasında yaklaşık 10° santigrat olan bu artış sonucu sıcaklıklar şimdiki düzeylerin 1° ya da 2° santigrat en yüksek noktaya ulaştılar. Buzul çağında soğuk ve kuru bir iklimi olan kuzeydeki dağlık kuşak genelde bozkır türü bir bitki örtüsüyle kaplıydı. Sonraları, iklim daha sıcak ve nemli hale geldikçe, sık ormanlar yetişti. Böylece yaklaşık 6.000 yıl önce Zagros ve Toros dağlarının yamaçları, bugün olduğu gibi, meşe ve diğer ağaçlarla kaplanmıştı. Daha güneyde de, Buzul Çağı’nın kuru ve soğuk koşullarının

yerini sıcak ve nemli bir iklimin alması, daha çok bitki türünün yetişmesine zemin hazırladı.
Ama, MÖ. 11.000 yılına gelindiğinde yağışlar azalınca büyük alanlar yeniden bozkır ya da çöl durumuna dönüştü.
MÖ. 10000–9000 yılları arasındaki Son Buzul Çağı’nın sonunda, Yakın Doğu'ya egemen olan koşullara ilişkin çok az bilgi varsa da (Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde) bu ılıman bölgedeki iklim değişikliklerinin Avrupa'ya göre daha yumuşak olduğu kesindir.
Kuzey Irak, Anadolu ve Lübnan'ın dağlık bölgelerinde yapılan son araştırmalar, bu yörelerdeki mağara yerleşmeleri arasında zaman ayırımları bulunduğunu ve MÖ. 25.000 - 10.000 yılları arasında nüfus yoğunluğunun çok az olduğunu ortaya koymuştur.
İnsanoğlu, çeşitli yollarla bu yeni koşullara uyum sağlayarak "Mezolitik" olarak bilinen kültürleri geliştirdi. Hâlâ toplayıcı olan bu insanlar yaşamlarını avcılık ve balıkçılığın yanı sıra çeşitli yemiş, çilek, fındık ve yenilebicek diğer bitkileri toplamakla sürdürüyorlardı.
Yakın Doğu'daki (daha çok Mezopotamya ve Mısır) Mezolitik kültür oldukça uzun sürmüştür.
Kerkük bölgesinde Barda-Balka Mağaraları, Hazert Mert Mağaraları, Zap Suyu kenarında Şanidar Mağarası önemli merkezler olarak gösterilebilir.
Tam olarak aydınlanmamış olan Mezolitik kültürlere göre, onu izleyen Proto-Neolitik (Erken Neolitik) dönemin kültürleri çok daha iyi bilinmektedir. Bilindiği üzere, bu dönemde insanlar yerleşik hayata geçmişler ve ilk köy yerleşmelerini kurmuşlardır. Bu sürecin insanları, tahıl üretimi yapmak ve hayvanları evcilleştirmek yoluyla tüketici ekonomiden üretici ekonomiye geçmişlerdir.
Mezopotamya’daki diğer bir yerleşim bölgesi de, Münbit Hilâl olarak adlandırılan Dicle ve Fırat arasında ve Fırat’a dahil olan Habur ve Balık Nehirleri’nin Anti Toroslar’ın eteğinde teşkil ettikleri yeşil sahadır. Bunlardan Habur Nehri, doğudan batıya doğru, 1. Yağlı Yaka, 2. Caca, 3. Vadi Hınzır, 4. Vadi Avaç ve 5. Habur olmak üzerinde beş kol şeklinde Cebel Sencar ile Cebel el Beda’nın yılın her mevsiminde yeşil bir görüntü meydana getirir.
Bu nedenle, Tarih öncesi dönemlerden başlayarak insanlar, hilâl şeklindeki bu münbit sahayı iskân etmişlerdir. Yağlı Yaka kolunun kenarındaki Tel Bırak’da ve daha doğudaki Çağar Bazar’da yapılan İngiliz kazıları ve Geç Hitit devrinde adı Guzana olan Tel Halaf’daki Alman kazıları sonunda, bu bölgenin eski tarihini aydınlatan birçok malzeme ortaya çıkmıştır.

Dicle nehrini Bağdat’tan kuzeye doğru incelediğimizde Küçük Zap Suyu’nun Dicle’ye dahil olduğu yerde kurulmuş olan Eski Asur Devleti’nin ilk idare merkezi olan Asur (Kale-elŞergat) şehri ile karşılaşılır. Nehir yolundan kuzeye doğru gidildiğinde ise, Mezopotamya’nın Prekalkolitik kültürünü temsil eden Hassuna’ya ulaşırız.Hassuna'daki kültürün başlangıcı MÖ. 6500 yıllarıdır. Artık bu dönemde insanlar çanak çömleği keşfetmişlerdir ve bu malzeme   bize Eskiçağların tanıtılmasında en büyük rolü oynamıştır. Sonraları yeni çanak çömlek tarzları gelişmiş ve basit desenlerin yerini daha ince boyanmış ve kazı bezemeli seramikler
almıştır.
Bu dönemden sonra gelen Kalkolitik kültürün (MÖ. 6000–3500) en önemli özelliği madenin keşfedilmiş olmasıdır. Taş aletlerle birlikte az sayıda madeni eşyalar kullanılmaya başlanmıştır. İnsanlar, dağlarda taş ve toprakla karışık bulunan maden filizlerini yüksek bir ateşle eritmişler, elde edilen kızgın madeni, istediği aleti elde etmek amacıyla taştan yaptığı kalıba dökmüşlerdir. Kalkolitik dönem için bu büyük bir başarı  sayılmaktadır.
 Bu dönemin insanları, önceleri bakır ve kurşun gibi madenleri kullanmışlardır. Bakır cevheri ve bakır madeni önceleri alet ve takılarda kullanılırdı. Hassuna kültürü insanları muhtemelen hem doğal hem de ergitilmiş bakır kullanıyorlardı.
Madenlerin karıştırılması ise (örneğin bakır + kalay = tunç) daha sonraki dönemde gerçekleştirilmiştir. Tunç Çağı adı verilen bu dönemde çanak ve çömlek yapımında da gelişmeler olmuştur. Örneğin, madeni
kapların  biçimlerine bakarak çanak çömlek yapıldığı gözlenmiştir. Bazı kaplar kırmızı-siyah boyalarla bezenmiş ve çok iyi şekiller verilmiştir. Çanak çömlek üzerindeki bezemelerde eğri çizgiler, balık pulu, nokta, güneş, yıldız, rozet, malta haçı, hayvan ve insan motifleri görülür.
Topraktan yapılmış, oturan ya da çömelmiş kadın heykelleri bir ana tanrıça kültünün varlığını açıkça belirtmektedir. Bu küçük heykeller şematik ve oldukça da ilkeldir.
Bu evrenin köylerinde taş döşeli yollar ve yolların iki yanına dizili iki odalı konutlar görülmektedir. Bu yapılar, taş bir temel üzerine çamurdan inşa edilmişlerdir. Ziraat ve hayvancılık, insanların başlıca uğraşları olmuş; dokumacılık ve madencilik büyük ölçüde gelişmiştir. Bu dönemin en önemli merkezleri Hassuna'nın üst tabakaları ile Samarra, Ninive ve Tel Halaf’dır. Halaf, Kalkolitik kültürü temsil eder ve Hassuna ile Samarra'dan etkilenmemiş çok canlı bir kültürdür.
MÖ. 5000 dolaylarında Kuzey Mezopotamya'da Hassuna'nın yerini Halaf kültürü almıştır. Bu kültürün kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte büyük bir olasılıkla kuzeyden Güneydoğu Anadolu'dan gelen bir halk oluşturmuştur. Halaf’ta yapılan kazılarda ele geçen buluntular, bu dönemde hem Anadolu, hem de Basra

Körfezi yoluyla Hint Okyanusu kıyı kültürleriyle ticaret yapıldığına kanıt olarak kabul edilmektedir.

Halaf kültürünün yayıldığı tüm alanda bu kültüre ait tholos adı verilen yuvarlak evlere rastlanır. Halaf kültürünün en göze çarpan diğer bir özelliği de zarif desenli seramiklerdir. Halaf kültürü MÖ. 4300'lerde sona erer.
Güney Mezopotamya'da yer alan Obeyd yerleşmesi (Obeyd Kültürü MÖ. 4500–3500) Tel Halaf kültüründen daha gelişmiş bir Kalkolitik kültür niteliği yansıtır. Halaf Kültürü'nün MÖ. 4300'lerde Mezopotamya'nın güneyinden gelen bir yayılma ile sona erdiği düşünülür.
Anavatanı Güney Irak olan Obeyd kültürünün MÖ. (4400–4300) sularında tüm Mezopotamya'ya yayılmasıyla Sümer Uygarlığı'nın temelleri atılmış ve o tarihten başlayarak Mezopotamya'yı Yakın Doğu uygarlığının merkezi yapan yeni bir dönem başlamıştır. Obeyd kültürü, Dicle ve Fırat nehirleri boyunca ilerleyerek Anadolu yaylalarına ulaşmıştır.
Anadolu'daki Keban-Karakaya ve Atatürk Baraj sahalarındaki (Elazığ, Malatya ve Urfa
bölgesi) höyüklerde yapılan kazılarda Obeyd seramiklerine rastlanmıştır. Ayrıca Obeyd
kültürünün etkisi, kuzeybatıya doğru yani Kilikya bölgesindeki Mersin-Tarsus yörelerine
kadar uzanmıştır.
Mezopotamya'da ören yerlerinin yüzeyindeki seramik parçalarını inceleyerek belirli
bir döneme ait yerleşme merkezlerinin tespit edilmesi mümkündür. Ama yüzey araştırması
sonuçlarının değerlendirilmesinde bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Hacı Muhammed
gibi alüvyal milin altında kalmış merkezler de vardır. Yukarıda değinilen bu dönemdeki yapı
ve kalıntılardan Mezopotamya'da kalabalık kentler kurulduğunu anlıyoruz. Dönemin en
önemli yeniliği çömlekçi çarkının icad edilmesi olmuştur. Ekonomi tarihinde, tekerleğin icadı
kadar çömlekçi çarkının da değeri büyüktür. Dikkat çeken diğer bir yenilik ise yüksek
mabedlerdir. Kentlerdeki bu anıtsal tapınaklar, kültür değişiminin önemli belgeleri
sayılmaktadır. Zikkuratların kökenini oluşturan bu yapılar kerpiç-tuğla platformlar üzerine
yapılmışlardı. Sümerler büyük bir ihtimalle, bu Kalkolitik dönemin sonunda Mezopotamya'ya
gelmişlerdi.19
Anadolu’da Amanos geçitlerine hâkim olan bir devlet için Halep bölgesini ele
geçirmek oldukça kolaydır. Bu bölgeye sahip olduktan sonra da Suriye-Filistin arazi yapısının
izin verdiği tek kara yolu Mısır’a açılmaktadır. Bu yolun tehlikesini Mısır’da 18. Sülale
Firavunları anlamıştır. Çünkü Ras-Şamra Ugarit’e kadar Mısır’a hâkim olmaya çalışmıştır.20
Mezopotamya’nın coğrafi şartlarına bakarak şunu da söyleyebiliriz ki,
Mezopotamya’da özellikle denizden uzak olan Yukarı Dicle bölgesinde kurulan hemen her
devlet, siyasi birliğini sağladıktan sonra Kuzey Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşmayı gaye
edinmiştir. Kısaca söyleyecek olursak, eskiçağ boyunca, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu
memleketleri arasındaki bütün ticari ve kültürel alışverişler burada, yani Kuzey Suriye’de meydana gelmiştir. Gerçekten, Sümer Kahramanlık çağında Uruk Kralı Gılgamış, arkadaşı Enkidu ile birlikte Humbaba devini öldürmek için Sedir ormanlarından oluşan Amanos dağlarına gittiği gibi, Akkad devletinin kurucusu Sargon da Gümüş dağları denilen Torosları aşarak Anadolu’da Acem Höyük (Puruşhanda) şehrini zapt etmişti.21
Mezopotamya’nın, Anadolu ile ticari ilişkileri, MÖ. 2. Binyıl başlarında Eski Asur Çağı’nda çok hareketli bir dönemde olduğunu Kültepe kazıları ile biliyoruz. İki memleket arasındaki bu canlı münasebetler, daha sonraki Hitit devletleri zamanında devam etmiştir.

2BÖLÜM SAMİLER A1. SAMÎLER’E AİT KAYNAKLAR

II. BÖLÜM
SAMÎLER
1. SAMÎLER’E AİT KAYNAKLAR
Eski Önasya tarihinde büyük role sahip olan Samîler; gerek dilleri, gerekse fiziki
özellikleri bakımından bugünkü bedevilerden oldukça farklıdır. Samîler’in menşei meselesi
oldukça karışıktır.23

Samîler dolikosefal (uzun kafalı) Akdeniz tipi insan gruplarına dahil olan kavimlerdendir.

Bu kavimlere Samî adının verilmesi, Tevrat’ın tufandan sonra insanları Nuh’un oğullarından üreten gelenekle ilgilidir. Buna göre Samîler, Toroslar’dan veya Ararat (Ağrı) Dağları’ndan gelmişlerdir.
Bunlar, zamanında Kuzey Afrika’yı işgal eden Hamî ırkıyla yakın akrabadır. Her iki dilin kökleri arasındaki yakın benzerlikler de buradangelmektedir. Ancak göçler sırasında Samîler kuzeye doğru, Hamîler ise doğuya doğru göçetmişlerdir.
Bazı bilginler de Samîlerin ana yurdu olarak Arabistan’ı göstermişlerdir.
Samîler dağınık bir halde ve çeşitli etnik gruplarla karışmış oldukları için bu gruplar arasında saf Samî
tipine rastlamak oldukça güçtür. Samî ırkın saf antropolojik tipini Arap asıllı tarihçilerden İbn-i Haldun’un “Arabı aribe ve Arabı arba” dediği eski Araplarda aramak gerekir.
Samî tipi; iri yapılı, uzun yüzlü, siyah gözlü ve siyah saçlı, gaga burunlu dolikosefal (uzun kafalı) bedevidir. Bunlar tarihte ilk kez Sümerler’in Mezopotamya tarihi içinde medeniyetlerini oluşturdukları dönemde, Fırat’ın batısında, Suriye-Irak çölünde göçebe bir halde görünmüşlerdir.
Mezopotamya’da olduğu gibi, eski Mısır’da da Samî kavimlerini görüyoruz. Samîler hakkındaki en eski arkeolojik belge MÖ. 3200 tarihlerine doğru Menes tarafından Mısır’da Thenis’de kurulmuş olan ilk sülalelerin ünlü firavunlarından Den’e (MÖ.3175) ait bir palet (levha) üzerindeki tasvirdir. Uzun saçlı, düz veya hafifçe gaga burunlu, dolikosefal diz çökmüş bir insanı gösteren bu tasvir, bir doğruluğu anlatmaktadır. Yine aynı insan tipi, Thinit firavunlarından Smerhat’ın (MÖ. 3135) Sina Yarımadası’ndaki zaferini betimleyen bir kabartmada görülmektedir. Her iki tasvirin de Arap Yarımadası’ndan ilk defa Sina bölgesine doğru çıkmış olan Samî kabilelere ait oldukları kabul edilmektedir.
Mısır vesikaları, MÖ. 4. Bin’de Samî dediğimiz bu tip kabilelerin Sina Yarımadası bölgesinde göründüklerini bildikleri gibi, Sümerler’e ait belgelerde de bu tip insanların yine aynı tarihlerde Fırat nehrinin batı kıyılarında, Irak ve Suriye arasındaki çölde görünmeye başladıklarını göstermektedir.

A2. SAMÎLER’İN ANA YURDU


Daha önce de belirttiğimiz gibi Samîler’in menşei meselesi oldukça karışıktır.
Bugüne kadar pek çok görüş ileri sürülmüştür.
Günümüzde arkeolojinin vermiş olduğu veriler ve tarih
araştırmaları sonunda, farklı isimlerle anılan Samî kavimler, değişik zamanlarda ve genellikle
göçebe bir halde Arabistan Yarımadası’ndan gelerek Mezopotamya ve Suriye’de yaşayan
kavimlerle karşılaştıktan sonra yüksek bir uygarlık meydana getirmişlerdir.

Kuzey Suriye ve Filistin’de son zamanlarda yapılan kazılar neticesine göre Samîler,
Mezopotamya’ya doğrudan doğruya çöl üzerinden gelmemiştir. Önce Filistin ve Suriye’deki
dağlık bölgeleri takip ederek kuzeye, Münbit Hilal denilen Habur Nehri yataklarına
gelmişlerdir. Buradan Fırat su yolu ile Mari (Tel-Hariri) üzerinden Babilonya’ya vardıkları
tahmin edilmektedir.

Başta Akkadça ve Arapça olmak üzere eski ve yeni Samî dillerdeki Orta Asya
lehçelerine ait, ancak Samîleştirilmiş, sayısız kelimenin bu dillere girişi kısmen bu karışma
döneminde olmuş, kısmen de Sümer bölgesinden Arabistan içlerine göç etmeye mecbur kalan
ve buralara yerleşerek Samîleşen Orta Asyalı boyların ana dillerinden kalmıştır.

Samî kavimlerin konuştukları diller, büyük lehçe farklarına rağmen, dilbilgisi kuralları
açısından aynıdır. Bu dillerde sadasız harfler büyük rol oynarlar. Kelimelerin kökü daima üç
ünsüzden ibarettir. Bunlar hiçbir zaman değişmez. Ön ve son ekler ile belirli kalıplara girerler.
Samî lehçeler kendi aralarında çok büyük farklar gösterir. Bunlar Doğu Samîleri ve Batı
Samîleri olarak iki büyük gruba ayrılırlar. Doğu Samîleri’nin en eski temsilcisi
Akkadlar’dır.
Bu bilgiler ışığında Samî kavimlerin dilleri arasındaki karşılaştırma sonucu, başlangıçta yüksek bir kültüre sahip olmadıklarını görmekteyiz. Aksine daha önceleri oldukça ilkel bir göçebe hayatı yaşamakta idiler. Yüksek kültüre işaret eden kavramlar, Samîler’in Mezopotamya ve Suriye’nin medeni unsurları ile karışıp kaynaştıkları devirlere aittir.
Tüm bunlar Samî kavimlerin dili, dini, siyasi yaşamları ve medeniyetleri göz önüne alındığında bunların aslında bir çöl halkı olduklarını göstermektedir.
Başka bir görüşe göre Samîler’in kökeni Suriye-Filistin bölgesinde aranmaktadır.
Fakat bu görüş bilim adamları tarafından pek kabul görmemiştir.
Son yıllarda Mezopotamya ve Suriye’de yapılan araştırmalar, Samîler’in buralarda görünüşlerinin tarihi devirlerde olduğunu ortaya koymuştur. Zamanında bilim adamları farklı farklı yerleri Samîler’in ana yurdu olarak kabul etmişlerdir. Bunlardan Hall, Samîler’in ana yurdunu Suriye’de, T. Lagrange Mezopotamya’da aramıştır. Hatta Samîler’in kökenini Orta Asya’ya kadar götürenler de olmuştur.

Bulunan arkeolojik belgeler ve yapılan tarih araştırmaları sonucunda saf Samî tipinin
Arabistan’da bulunduğunu kesin olarak belirten Winckler’in yayınından sonra Arabistan’ın
Samîler’in ana yurdu olduğu hemen hemen tüm bilim adamları tarafından kabul görmüştür.

Arabistan’dan önce Mezopotamya’ya taşan Samî dalgası Suriye ve Filistin’de ancak
MÖ. 2500 yıllarına doğru görülmüştür. Bölgede ilk görünen Samîler sonraları
Mezopotamya’da I.Babil İmparatorluğu’nu kurmuş olan Amurrular’dır.

Batı Sâmileri olarak da adlandırılan Amurrular, Sümer (Sinear) kültürünün etkisinde bulunan bölgede, güneyden gelen yeni göçlerle çoğalmışlardır. Bununla birlikte, medeniyet bakımından da ilerlemeye
başlamış, yerli halk ile karışıp kaynaşmışlardır.
Biz de, Samîler’in ana vatanlarının Suriye, Filistin ve Mezopotamya değil, Arabistan
olduğu kanaatindeyiz.

A3.SAMÎ GÖÇLERİ’NE GENEL BAKIŞ


Arap Yarımadası’ndaki kuraklık dönemi başladıktan bir müddet sonra ırmaklar
kurumuş, iklim değişmiş, toprak çoraklaşmış, hayat şartları her geçen gün güçleşmiştir.
Gittikçe çölleşen Arabistan artık, eski devirlerde her geçen gün artan nüfusu besleyemez hale
gelmiştir. Kuraklık ve bunun neticesi olan kıtlık yüzünden, MÖ. 4. Binyıl’ın sonlarından
başlayarak Arabistan Yarımadası’nın merkezinden çevresine doğru çeşitli göç hareketleri
görülmeye başlamıştır. Bu göçlerden güneybatıya doğru olanları Babülmendep üzerinden
Afrika’ya geçerek, Kızıldeniz’in batı sahilindeki Habeşliler’i doğurmuştur.

Eski Mezopotamya tarihinde üç büyük Samî Göçü olmuştur.
En güçlü ve devamlı göç dalgası kuzeye doğru olmuştur. Kuzeye doğru gerçekleşen ilk göç hareketleri tarihte derin izler bırakmıştır.
Birinci büyük Samî Göçü, M.Ö. 2500’lerde meydana geldiği tahmin edilen Akkadlar’ın göçüdür.
Akkadlar, bölgeye daha önceden yerleşmiş ve Ön Sümerler anlamına gelen “Presümerienler” ile Sümerler’in karışıp kaynaşmasından oluşmuş bir kavimdir. 
Askeri ve siyasi birlikten mahrum olan bu bedevi kabileler Sümerler’in düzenli orduları karşısında fazla
direnemeyerek, Fırat boylarına yerleşmişlerdir.
Akkadlar, Sümer sitelerine ancak işçi ve ücretli asker olarak girebildiler. 
Bunun neticesinde Samîler, her geçen gün çoğaldılar.
Sümerler’in medeniyetlerini ve savaş usullerini öğrendiler.
En sonunda iyice kan kaybeden Sümerler’e karşı isyan ederek Mezopotamya’nın
yukarı bölümünü yani sonradan Akkad adını alan bölgeyi Sümerler’den aldılar.

Samîler’in bu ilk göç hareketi, Dicle ve Fırat nehirlerinin birbirine en çok yaklaştığı
yerde Bağdat civarında Kiş şehrine yerleşmeleriyle sonuçlandı.

Bundan sonra Akkad bölgesi çölden akan Sami dalgalar ile dolmaya başladı. Fakat,
MÖ. 2050 yıllarına doğru Elamlar’ın Kalde’yi istilâ etmeleri, bu bölgede olan Samî
kabilelerden bir bölümünün kuzeye doğru çekilmelerine neden oldu.

Bunlar, o zamanlar Subartu olarak adlandırılan Yukarı Mezopotamya’ya yayıldılar.
Bu bölgelerde Orta Asya’lı Subaru boyları ile karşılaştılar. Subarular’a ait Asur, Ninova gibi sitelere yerleşmeye başladılar.
Samî kabileler ve Orta Asyalı Subaru boylarının karışmasıyla tarihte Asurlular denilen kavim doğdu.
Ön Asurlular denilen bu kavim MÖ. 2000 yıllarına doğru Yukarı Dicle ve Zap Nehri bölgesine kadar uzanmış bulunuyorlardı.
MÖ. 3. Binyıl’ın sonları ile 2. Binyıl’ın başlarında meydana gelen ikinci Samî göçü ise Sümerler’in batılı anlamına gelen MARTU’LAR dediği Amurru göçlerdir.

Amurrular, İbraniler ve Fenikeliler gibi, Samî dillerin doğu lehçesini konuşuyorlardı.
Bu nedenle bazı bilginler Amurrular’u “Doğu Kenanlılar” olarak da adlandırmışlardır.
Amurrular Tevrat’ta ise Amoritler olarak geçer.

Üçüncü büyük Samî göçü, Ege göçlerinin meydana getirmiş olduğu karışıklıklardan
yararlanarak, aralıksız bir sızıntı halinde asırlarca devam eden Arami kabilelerinin
göçleridir.

Asur krallarının, Aramiler’e karşı yapmış oldukları amansız savaşalar sebebi ile Aramiler, Yukarı Dicle bölgesine, yani Asur’a sokulamamışlardır.

Öte yandan Asur Devleti, gelişimini yavaş ve devamlı adımlarla yapamamış, değişik zamanlarda ilerlemelere ve tekrar gerilemelere maruz kalmıştır.
Aramiler Asurlular’a sokulamamışlarsa da Aramiler’den Bit-Zamani kabilesi doğuda Diyarbakır civarına, Bit-Adini kabilesi Fırat Nehri’nin büyük kıvrımı içerisine, Bit-Agusi kabilesi Fırat ile Karasu arasına, Bit-Gabbar kabilesi Gaziantep civarına, Bit-Brutaş kabilesi ise Kayseri civarına kadar ilerlemişlerdi.
Aramiler özellikle Kuzey Mezopotamya’da Guzana (Tel Halaf) Til-Barsib (Tel-Ahmar), Orontos (Asi Nehri) civarındaki Hamat ve özellikle Dımışk (Şam) gibi pek çok önemli şehir devletleri meydana getirmişlerdir. Daha sonra da, aralarında birleşerek Asur istilasına karşı sürekli mücadele etmişlerdir.

A4. SAMÎ KAVİMLER VE SAMÎLEŞMİŞ KAVİMLER


Son zamanlarda gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar ve buluntulardan önce, tarihi
otoritelere hâkim olan Tevrat an’anesine göre, İran eteklerinden Filistin ve Sina bölgesi ve
Suriye’nin kuzeyine kadar uzanan saha ile Arap Yarımadası’nda ve Habeşistan’daki kavimler
genellikle Samî sayılıyorlardı. Genel olarak kabul edilen bu esasa göre, eski kavimlerden
başta Akkadlar ve Asurlular (kısmen) olmak üzere Amurrular, Kalde'liler (Geldaniler),
Aramiler, Fenikeliler, Kenaniler, İbraniler ile Arabistan kabileleri Samî sayılmaktadır. Ancak
bu kavimler Samî tipten farklı fiziksel özelikler taşımaktadır.

Oysa, saf Samî tipin fiziksel özellikleri dikkate alındığı zaman, eski kavimlerden
sadece Sinear'da I. Babil Devleti’ni kurmuş olan Amurrular’ın tipinin saf Samî tipe uygun
olduğu görünmektedir. 
Çünkü bunların da geniş omuzlu, gaga burunlu, siyah gözlü ve siyah saçlı, iri yarı dolikosefal insanlar oldukları anlaşılmaktadır.

Meselâ Samî sayılan Fenikelilere ait mezarlarda bulunan kafataslarının brakisefal (yuvarlak kafalı) oldukları görülmüştür.

Suriye’de yaşayan ve yine eskiden beri Samî sayılan Aramîler’in de Samî tipin temsilcisi olan Arap bedevisi tipinde olmadıkları ortaya çıkmıştır.
Aramîler, geniş brakisefal kafaları, burnun kemerliğini iyice gösterecek şekilde basık ve arkaya yatık alınları ile Samî tiplerden ayrılıyorlardı.
Daha sonraki dönemlere ait Mısır abideleri ile Asurlular’dan kalan ve Aramiler’i tasvir eden kabartmalarda (II.Salmanasar dikilitaşı gibi) bu yüz tipi oldukça belli olmaktadır.

İbraniler’e ait buluntularda brakisefal kafalara daha çok rastlanmaktadır.

Yine son araştırmalara göre, Samî gruplara verilen Asurlular’ın da köken olarak Samîlerden önce Asur iline hâkim olan ve Asur şehrini kuran Orta Asyalı Subariler ile Samîler’in karışmasından oluşan melez bir kavim oldukları tespit edilmiştir.

Tüm bu araştırmalar göstermiştir ki, Samîler’den önce Arabistan dışındaki Ön Asya’ya Orta Asya’dan gelen birtakım boylar yerleşmiştir. Bu dönemlerde Irak’ta, Suriye ve Filistin’de, Anadolu’da görülen boylardan hiçbiri Sami ırka mensup değildi. 
MÖ. 3. Binyıl’ın başlarında ise Samîler buralarda, daha önce veya daha sonra gelmiş olan diğer etnik gruplarla beraber bulunmuşlardır.
Kökenleri Ana Türk yurduna, yani Orta Asya’ya dayanan bu etnik gruplar, başlangıçta
yüksek kültürleri, ırki özellikleri ve kabiliyetlerinin sonucu, bu insan topluluğunun girişimci
unsurunu teşkil ediyorlardı.

Fakat bu girişken ve çalışkan unsurlar, Arap Yarımadası’ndan sürekli akan göç dalgaları içinde yavaş yavaş bir taraftan kalabalığı teşkil eden Samîler’in dilini almış, diğer taraftan da kendi dillerine ait kelimeleri Samî lehçeye göre telâffuza başlamış, sonunda ana dilleri de kaybolmuştur. Bundan dolayıdır ki, eski kavimlerden fiziksel özellikleri bakımından saf Samî tipine uymayanlar, Samîleşmiş kavimler olarak adlandırılmışlardır.

A5. SAMÎLER’İN SİNEAR’I İSTİLASI


3. Binyıl’ın başlarında Arabistan çöllerinden taşan Samî dalgaları Fırat boylarına dayandığında, Sinear'da yüksek bir kültüre sahip olan Sümerler yaşıyordu.
İnsanın iştahınıkabartan verimli toprakları, güzel meyve ve hurma bahçeleri, geniş meraları, zengin sanat
eserleri ve tapınaklarında toplanan hazineleriyle Sümerler Arap Yarımadası’nın çölleri ile İran'ın yüksek kayalıkları arasında, etrafındaki barbar kabilelerin ısrarla ele geçirmek istedikleri zengin bir bölgeyi oluşturuyordu.
Dönemin diğer toplumlarına göre oldukça ileri düzeyde bir kültüre sahip olan Sümerler, çivi yazısı şekline soktukları piktografık bir yazıyı kullanıyorlardı.
Ancak Sümer siteleri arasındaki anlaşmazlıklar Sinear'a girmek için fırsat bekleyen düşmanlarına ümit veriyordu.
Rakip Patesiler’*den her biri rakibine karşı galip gelmek için Fırat boylarına dolmuş olan bedevi Samîler’den aylıklı asker alıyordu.
Samîler böylelikle Sinear'a sokulmaya yol bulunca orada yerleşmek ve çoğalmak için her fırsattan yararlanmaya başladılar.
Tarlalarda, bağ ve bahçelerde çalışmak üzere Sinear şehirlerine girdiler.
Her geçen gün çoğaldılar.
Sonunda MÖ. 4. Binyıl’ın sonu, 3. Binyıl’ın başlarına doğru Sinear'in kuzey tarafındaki Samîler bu bölgede kuvvetli bir varlık gösterecek kadar çoğalmışlardı.
Merkezleri, Fırat'ın alçak bölgeye girdiği ve Dicle'ye doğru ilk büyük kollarını gönderdiği sahaydı.
Bugün Ebu-Habba denilen Sippar bu bölgede bulunuyordu.
Güney Sümer sitelerinden Lagaş Patesisi Eannatum'un MÖ. 2900 tarihlerine doğru Kuzey Kiş Kralı Al-Zu ile Kaş (Opis) Kralı Zuga'yı yenmesi, Samîler’in yoğun olarak bulundukları bölgedeki Sümer kuvvetlerinin sonu demekti. 

Eannatum'un halefleri de Lagaş'ın sindirici gücünü devam ettirecek bir lider çıkaramadılar. 
Bundan yararlanan Samîler, Kiş ve Keş sitelerinde hâkimiyeti ellerine aldılar.

3. Binyıl’ın başlarına doğru Sinear'ın kuzey bölgesinde milli bir varlık teşkil eden Samîler, bu sayede siyasi bir güç de kazanmış oluyorlardı. Artık Sinear'da dilleri ve tipleri birbirlerinden tamamen farklı ve mücadele halinde iki grup bulunuyordu.
Bunlardan ikinci grubu oluşturan Samîler, içine girdikleri Sümer medeniyetini, Sümer yazısını, Sümer sanatını
öğrenmiş ve Sümerler kadar uygarlaşmışlardı.
Eannatum'un haleflerinden Urukagina, Lagaş'ın sarsılan gücünü yükseltmek için çok çaba sarf etti.
Din temsilcilerinin ve memurların halka karşı yaptıkları haksızlıkların önüne geçmek, bozuk idareyi düzeltmek için birtakım sosyal reformlar gerçekleştirdi.
Onun sosyal reformları kanun tabletlerinde görülür ve iki bölümde anlatılır.
Ancak, Urukagina'nın milli Tanrı Enlil'e karşı Ningirsu'yu baş Tanrı olarak tanıtmaya kalkışması, hem kendisinin, hem de Lagaş'ın huzurunu sona erdirdi.
Bu arada Umma’da Babu isminde bir rahibin oğlu olan Lugalzaggisi, Urukagina reformundan ilham alarak, Umma kral sülalesinin dönemini başlatmış ve iktidara geçmişti.(MÖ. 2375)
Lagaş'ın iç karışıklıklarından faydalanarak Uruk şehrini de ele geçirmeyi başarmıştı. Böylece yeterli miktarda askeri kuvvete sahip olan Lugalzaggisi Lagaş'ı, Urukagina'nın 25. idare yılında ele geçirmiş ve kralını da esir etmiştir.
Lugalzaggisi'nin 25 yıl süren saltanat devri, Sümer hâkimiyetinin en parlak dönemi olmuştur. 
Bu kral Eannatum'dan sonra Sinear'ın kuzey bölgesinde büyük nüfuza sahip olan Samîler’i buradan uzaklaştırmıştır. 
Ardından Kiş'de kurdukları prensliği ortadan kaldırmış ve başkenti Umma'dan Uruk'a taşımıştır.

Lugalzaggisi tarafından Tanrı Enlil'e sunulmuş olup son dönemde Nippur'da bulunan büyük vazolar üzerindeki kitabelerden öğrenildiğine göre bu dönemde Sinear'da Samîler’in elinde hiçbir şehir kalmamış, hepsi yine Sümerler’in eline geçmiştir.

Lugalzaggisi, bu üstünlüğü Sinear sınırlarının ilerisine kadar götürmüştür.
Doğuda Elamlar’ı, batıda Samîler’i ve Yukarı Fırat bölgesindeki diğer boyları hâkimiyeti altında topladı. Sınırlarını Akdeniz kıyılarına kadar genişletti.
Uruk krallığını, hemen hemen bütün Ön Asya'ya hâkim bir imparatorluk haline getirdi.
Fakat imparatorluğun sınırlarının çok geniş alanlara yayılması kontrolü zorlaştırıyordu. 
Bu durumdan yararlanmak isteyen ve Sinear'ın yukarı kısmına yerleşip medenileşen Samîler, Sümerler’i sürekli rahatsız ediyordu.
Nitekim Arabistan çöllerine kadar yayılmış olan Samîler’in baskıları, Lugalzaggisi ile beraber Sümer hâkimiyetinin de yıkılması ve Sümer topraklarının Samîler tarafından istila edilmesi ile sonuçlandı.