12 Haziran 2013 Çarşamba

I.BÖLÜM YAKIN DOĞU VE MEZOPOTAMYA’NIN COĞRAFİ KONUMU


Eskiçağın en eski ve en önemli yerleşim merkezlerinden biri Mezopotamya idi.
Yunanca Mesos=Orta ve Potamos=Irmak sözcüklerinden türetilmiş olup, yine bu dilde “İki nehir arası” anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle iki nehir arasındaki bölgeyi anlatan bircoğrafya terimidir.
Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Yukarı Mezopotamya olmak üzere iki bölgeye ayrılır.
Aşağı Mezopotamya İran’ın Basra Körfezi’nden bugünkü Irak ortalarına kadar olan bölgedir.
Yukarı Mezopotamya ise, bugünkü Irak ortalarından Anadolu’da Güneydoğu Toroslar’ın güneyine kadar uzanan bölgedir.
Eskiçağ tarihinde çok önemli bir role sahip olan bu bölge, fiziki şartları yönüyle, Toros dağlarından İran Körfezi’ne kadar uzanır ve doğal sınırlarla çevrilidir. Kuzeyden güneye doğru hafif bir meyille uzanır. Üç
tarafı dağlarla çevrili olup; doğusunda İran dağları, batısında Akdeniz’e paralel olarak uzanan Lübnan Dağları ve Anti Lübnan dağları ile kuzeyinde Güney Anadolu dağları yer alır. Bu dağlar, çöl ile denizi birbirinden ayıran doğal bir set oluşturur. Bu yükseklikler 3000 m ile 2000 m arasında değişmektedir. Akkad Sülalesi zamanında Sedir dağları denilen Amanoslar da 2000 m’ye ulaşır.

Özetle tekrar söyleyecek olursak Mezopotamya, üç tarafı dağlarla çevrilmiş, sadece güneyden sonsuz gibi görünen Suriye ve Arabistan çöllerine açık mükemmel bir düzlüktür.
Dicle ve Fırat gibi iki büyük nehir arasında yer alan bu verimli bölgeye, Mısırlılar da aynı manâya gelen “Naharina” adını vermişlerdir.
İslami devirlerde ise Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bu bölge ada anlamına gelen “Cezire” olarak adlandırılmıştır.
Fakat, Mezopotamya uygarlığının temellerini atan ve buraya dışardan gelip yerleşen en eski kavim olan Sümerler ise bölgeye  “Kengi” adını vermişlerdir.

Mezopotamya’nındeğişik yöreleri, zaman içerisinde değişik isimlerle anılmıştır. Gerçekten, bugün Hor Dalmaç
diye anılan Basra Körfezi’nin kuzeybatısındaki bataklık bölgeye Yeni Sümer Devleti zamanında (MÖ. 2060-1960) “Sümer”, I. Babil Sülalesi zamanında (MÖ. 1850-1550 ) “Denizeli” (Deniz İli), MÖ. 1. Binyılda ise “Kalde” denilmekte idi. Körfezin kuzey taraflarından 34. enlem dairesine kadar olan bölgeye Sümerler zamanında Agade şehrine dayanarak “Akkad” denildiği halde Avrupalı araştırmacılar, bu bölgenin kuzey kesimine “Asur Ülkesi”, güneydeki alüvyonlu bölgeye sırasıyla “Babilonya” ve “Sümer” (Sinear), Basra Körfezi’nin doğusundaki topraklara da “Elam” adını vermişlerdi.

Yeni Sümer Devleti olarak da adlandırılan III. Ur Sülalesi döneminde (MÖ. 2060-1960) Akkad’ın batısındaki memleketlere Batı memleketleri manâsına gelen “Martu Memleketleri”, doğusuna ise, “Subartu” denildiği vesikalardan öğrenilmektedir. Dicle’nin doğusunda küçük Zap suyu ile Diyala nehri arasındaki bölgenin güney kısmına Gutium deniliyordu.

Mezopotamya, verimli topraklarından dolayı sürekli istilâlara uğramıştır.
Tarih boyunca değişik kavimler buraya gelip yerleşmişlerdir.
Bu durum, bölgede çeşitli uygarlıkların kurulmasına sebep olmuştur. Bundan dolayı, çevrede meydana gelen değişiklik, yer isimlerine de yansıyordu. Meselâ, Sümerler zamanında Sabartu denilen Dicle’nin doğu kesimine I. Babil Sülalesi zamanından itibaren Asur denilmeye başlanmıştı. I. Babil Sülalesi’nin yerini alan Kaslar ise Babil’e Karduniaş diyorlardı.

Görüldüğü gibi zaman içinde Mezopotamya’nın hem sakinleri, hem de topraklarının isimleri değişmiştir.
Mezopotamya, yeryüzü şekilleri bakımından karışık bir yapı arz etmektedir.
Mezopotamya’nın kuzeyinin dağlık olmasına karşılık, güneyi düz bir ova görüntüsü sergiler.
Fakat, Dicle ve Fırat nehirleri bu bölgeden geçmemiş olsaydı, Güney Mezopotamya Suriye Çölü’nün bir devamı niteliğinde olurdu.
Dicle ve Fırat nehirlerinin kaynakları birbirlerine çok yakın olduğu halde, daha başlangıçta yönleri hemen değişir. Fırat batıya doğru, Dicle ise doğuya doğru akar. Her iki nehir de kendi yönlerinde bir süre mesafe katettikten sonra güneye doğru kıvrılır ve elli kilometre birbirlerine paralel akarlar. Günümüzde her iki nehir de denize yüz kilometre kala birleşerek (Şat-ül Arab adıyla) tek nehir halinde Basra Körfezi’ne dökülür.
                         
İki nehir birleştikten sonra Elam Dağları’ndan inen Kerha ve daha güneyde Karun nehirlerini alır. Karun nehrinin Pers Dağları’ndan getirdiği miller, Dicle ve Fırat’ın getirdikleri ile birleşerek körfezin ağzında bir set meydana getirmişlerdir. Bu set, körfezin  med ve cezir hareketi ile temizlenmesine engel teşkil ettiğinden, Dicle ve Fırat’ın milli çamurları burada birikmeğe başlamıştır. Güneyden onlara katılan nehirlerin getirdiği miller de
devreye girince, Fırat ve Dicle’nin suları artık denize ulaşamadıklarından dolayı etrafa yayılmışlar, bunun sonucunda “Deniz İli” denilen, adalarla dolu bataklık ve sığ bir arazi meydana gelmiştir. Eskiden Dicle ve Fırat nehirleri birbirlerinden sadece seksen kilometre uzakta iken, günümüzde birbirlerinden yüz elli kilometre uzaklaşmışlardır.
Aslına bakılırsa Mezopotamya'nın doğal koşulları, uygarlığın gelişmesine elverişli değildi. Bölgenin doğal koşullarında görülen ani değişiklikler, insanların denetimini aşan durumlar yaratabilirdi. Basra Körfezi'nin ilkbahar gelgitleri, denizin 2,5-3 metreye kadar kabarmasına yol açabiliyor; güneyden esen rüzgârların sürüp gitmesi, ırmakların yataklarında altmış yetmiş santimetreye kadar yükselmelerine yol açabiliyordu. Doğu Anadolu'ya düşen mevsim normallerini aşan kar yağışları, ya da daha güney bölgelerde görülen anormal
yağmurlar, ırmakların düzeyinin birden bire yükselmesine neden olabiliyor; Zap suyunun veya Habur ırmağının geçtiği dar boğazlarda görülecek bir toprak kayması, bol miktarda suyun önce birikmesine sonra birden bire boşalmasına neden olabiliyordu.
Bu olaylardan herhangi birinin yada birden çoğunun birlikte görülmesi, güney ovalarının toprak setlerinin dolduramayacağı bir sel yaratabilirdi. Bu durumda kaypak bir ovada sürekli yerleşim yerleri kurmaya kalkan bu eski toplulukların, bir yandan böylesine bir yüreklilik gösterirken, öte yandan korku içinde yaşamış olmalarını da düşünebiliriz.
Bu durum, teolojide işlenip geliştirilen, ama aynı zamanda toplumsal yaşamın örgütlenişini, kentin bir tanrı tarafından yönetildiği düşüncesini açıklayan bir anlayıştı.
Tüm bu olumsuzlukların yanında, Mezopotamya’da kışlar kısa, yazlar ise uzun sürmektedir. Bununla beraber yaşam kaynağı diyebileceğimiz nehirlerin bol olması da, sözünü ettiğimiz bu toprakların, Asya'dan gelen ve sulak topraklar arayan kavimlerin buralara yerleşmek istemelerinin en başta gelen nedenlerini  oluşturmuştur.

Öte yandan kuraklık felâketine uğrayan Arabistan kabileleri için de bu verimli topraklar, göçü özendiren özellikler taşımaktaydı. Bu nedenle Mezopotamya'ya kimi Asyalı, kimi Sami kökenli, bazen de Hint Avrupalı kavimler yerleşiyorlardı.
Bu durum, Mezopotamya'da kurulan herhangi bir devletin uzun süreli ve kararlı hâkimiyetine engel olan önemli bir etken durumundaydı. Böylece Mezopotamya şehirlerinde ırk bakımından sürekli bir karışma ve bir melezleşme oluyordu.
Mezopotamya tarihinin başlıca karakteristiği, doğal sınırlarının olmaması nedeniyle bölgenin sürekli olarak değişik kavimlerin egemenliği altına girmesi ve bu açıdan da Mısır'a göre dahaaz homojen bir kültür gelişimine sahne olmasıdır.

Mezopotamya, tarihe belirli zaman kesiti içinde sahne olmuştur. Bu süreç içinde oluşan siyasal olayların ağırlık noktaları yine zaman zaman ve bazı duraklamalarla Güney Mezopotamya'dan kuzeye doğru geçmiştir.
Fırat ve Dicle nehirlerinin yatakları zamanla değişime uğramıştır.
Orta Dicle bölgesine ve İran'ın kuzeybatı sınırındaki Zagroslar’ın ön kısmına bol miktarda yağmur yağdığı için, bu bölgenin insanları MÖ. 7. Binyıl’dan itibaren buralarda bir çiftçi kültürü geliştirmişlerdir. Su, bölgenin insanlarına mutluluk ve felâketi birlikte getirmiştir.
Mezopotamya'nın doğal sınırları yoktu. Bölge, güneybatıya doğru Suriye Çölü'ne, kuzeydoğuya doğru İran Yaylası’na, buralardan gelebilecek saldırı ve göç girişimlerine karşı gayet açıktı. Öte yandan Fırat ve Dicle vadileri Anadolu'dan gelebilecek istila hareketleri için de oldukça müsait durumdaydı. Bununla birlikte Mezopotamya'da oluşan uygarlığın dışarıya yayılması da oldukça kolay olmuştur. Bölgenin bu jeolojik yapısı Önasya'yı etkilemede etkin rol oynamıştır.
Mezopotamya; Mısır, Suriye-Filistin kıyı alanı, Anadolu'da Çukurova, Güneydoğu Anadolu, İran'da Zagros Dağları’yla çevrili Münbit Hilal’in (Bereketli Hilal'in) tarihinin oluşumunda büyük rol oynamıştır.

Yeni araştırmalar göstermiştir ki, Mezopotamya oldukça geç bir dönemde iskân edilmiştir.
Kerkük civarındaki dağlık bölgelerde Paleolitik ve Mezolitik dönem insanları yaşamıştır. Buna karşılık, Güney Mezopotamya çok sonraları MÖ. 6. Binyıl’daki iklim değişiklikleriyle ve insanların toplu yaşama ve çalışma yolunda gösterdikleri gayretlerle iskânlara sahne olmuştur. Küçük Zap ile Dicle’ye katılan Adhaim Suyu’nun kaynağında, yani Kerkük yakınlarında yer alan Arappa ve Nuzi’de (Yorgan Tepe) yapılan Amerikan
kazıları sonunda, Yakın Doğu’nun karanlık çağı olarak adlandırılan MÖ. 16-15. Yüzyıllar
arasını aydınlatan vesikalar bulunmuştur.

Buz tabakaları geri çekilip, denizler yükselirken, hava sıcaklıklarında ani artışlar meydana geldi. MÖ. 12.000 ile 8000 arasında yaklaşık 10° santigrat olan bu artış sonucu sıcaklıklar şimdiki düzeylerin 1° ya da 2° santigrat en yüksek noktaya ulaştılar. Buzul çağında soğuk ve kuru bir iklimi olan kuzeydeki dağlık kuşak genelde bozkır türü bir bitki örtüsüyle kaplıydı. Sonraları, iklim daha sıcak ve nemli hale geldikçe, sık ormanlar yetişti. Böylece yaklaşık 6.000 yıl önce Zagros ve Toros dağlarının yamaçları, bugün olduğu gibi, meşe ve diğer ağaçlarla kaplanmıştı. Daha güneyde de, Buzul Çağı’nın kuru ve soğuk koşullarının

yerini sıcak ve nemli bir iklimin alması, daha çok bitki türünün yetişmesine zemin hazırladı.
Ama, MÖ. 11.000 yılına gelindiğinde yağışlar azalınca büyük alanlar yeniden bozkır ya da çöl durumuna dönüştü.
MÖ. 10000–9000 yılları arasındaki Son Buzul Çağı’nın sonunda, Yakın Doğu'ya egemen olan koşullara ilişkin çok az bilgi varsa da (Paleolitik ve Mezolitik dönemlerde) bu ılıman bölgedeki iklim değişikliklerinin Avrupa'ya göre daha yumuşak olduğu kesindir.
Kuzey Irak, Anadolu ve Lübnan'ın dağlık bölgelerinde yapılan son araştırmalar, bu yörelerdeki mağara yerleşmeleri arasında zaman ayırımları bulunduğunu ve MÖ. 25.000 - 10.000 yılları arasında nüfus yoğunluğunun çok az olduğunu ortaya koymuştur.
İnsanoğlu, çeşitli yollarla bu yeni koşullara uyum sağlayarak "Mezolitik" olarak bilinen kültürleri geliştirdi. Hâlâ toplayıcı olan bu insanlar yaşamlarını avcılık ve balıkçılığın yanı sıra çeşitli yemiş, çilek, fındık ve yenilebicek diğer bitkileri toplamakla sürdürüyorlardı.
Yakın Doğu'daki (daha çok Mezopotamya ve Mısır) Mezolitik kültür oldukça uzun sürmüştür.
Kerkük bölgesinde Barda-Balka Mağaraları, Hazert Mert Mağaraları, Zap Suyu kenarında Şanidar Mağarası önemli merkezler olarak gösterilebilir.
Tam olarak aydınlanmamış olan Mezolitik kültürlere göre, onu izleyen Proto-Neolitik (Erken Neolitik) dönemin kültürleri çok daha iyi bilinmektedir. Bilindiği üzere, bu dönemde insanlar yerleşik hayata geçmişler ve ilk köy yerleşmelerini kurmuşlardır. Bu sürecin insanları, tahıl üretimi yapmak ve hayvanları evcilleştirmek yoluyla tüketici ekonomiden üretici ekonomiye geçmişlerdir.
Mezopotamya’daki diğer bir yerleşim bölgesi de, Münbit Hilâl olarak adlandırılan Dicle ve Fırat arasında ve Fırat’a dahil olan Habur ve Balık Nehirleri’nin Anti Toroslar’ın eteğinde teşkil ettikleri yeşil sahadır. Bunlardan Habur Nehri, doğudan batıya doğru, 1. Yağlı Yaka, 2. Caca, 3. Vadi Hınzır, 4. Vadi Avaç ve 5. Habur olmak üzerinde beş kol şeklinde Cebel Sencar ile Cebel el Beda’nın yılın her mevsiminde yeşil bir görüntü meydana getirir.
Bu nedenle, Tarih öncesi dönemlerden başlayarak insanlar, hilâl şeklindeki bu münbit sahayı iskân etmişlerdir. Yağlı Yaka kolunun kenarındaki Tel Bırak’da ve daha doğudaki Çağar Bazar’da yapılan İngiliz kazıları ve Geç Hitit devrinde adı Guzana olan Tel Halaf’daki Alman kazıları sonunda, bu bölgenin eski tarihini aydınlatan birçok malzeme ortaya çıkmıştır.

Dicle nehrini Bağdat’tan kuzeye doğru incelediğimizde Küçük Zap Suyu’nun Dicle’ye dahil olduğu yerde kurulmuş olan Eski Asur Devleti’nin ilk idare merkezi olan Asur (Kale-elŞergat) şehri ile karşılaşılır. Nehir yolundan kuzeye doğru gidildiğinde ise, Mezopotamya’nın Prekalkolitik kültürünü temsil eden Hassuna’ya ulaşırız.Hassuna'daki kültürün başlangıcı MÖ. 6500 yıllarıdır. Artık bu dönemde insanlar çanak çömleği keşfetmişlerdir ve bu malzeme   bize Eskiçağların tanıtılmasında en büyük rolü oynamıştır. Sonraları yeni çanak çömlek tarzları gelişmiş ve basit desenlerin yerini daha ince boyanmış ve kazı bezemeli seramikler
almıştır.
Bu dönemden sonra gelen Kalkolitik kültürün (MÖ. 6000–3500) en önemli özelliği madenin keşfedilmiş olmasıdır. Taş aletlerle birlikte az sayıda madeni eşyalar kullanılmaya başlanmıştır. İnsanlar, dağlarda taş ve toprakla karışık bulunan maden filizlerini yüksek bir ateşle eritmişler, elde edilen kızgın madeni, istediği aleti elde etmek amacıyla taştan yaptığı kalıba dökmüşlerdir. Kalkolitik dönem için bu büyük bir başarı  sayılmaktadır.
 Bu dönemin insanları, önceleri bakır ve kurşun gibi madenleri kullanmışlardır. Bakır cevheri ve bakır madeni önceleri alet ve takılarda kullanılırdı. Hassuna kültürü insanları muhtemelen hem doğal hem de ergitilmiş bakır kullanıyorlardı.
Madenlerin karıştırılması ise (örneğin bakır + kalay = tunç) daha sonraki dönemde gerçekleştirilmiştir. Tunç Çağı adı verilen bu dönemde çanak ve çömlek yapımında da gelişmeler olmuştur. Örneğin, madeni
kapların  biçimlerine bakarak çanak çömlek yapıldığı gözlenmiştir. Bazı kaplar kırmızı-siyah boyalarla bezenmiş ve çok iyi şekiller verilmiştir. Çanak çömlek üzerindeki bezemelerde eğri çizgiler, balık pulu, nokta, güneş, yıldız, rozet, malta haçı, hayvan ve insan motifleri görülür.
Topraktan yapılmış, oturan ya da çömelmiş kadın heykelleri bir ana tanrıça kültünün varlığını açıkça belirtmektedir. Bu küçük heykeller şematik ve oldukça da ilkeldir.
Bu evrenin köylerinde taş döşeli yollar ve yolların iki yanına dizili iki odalı konutlar görülmektedir. Bu yapılar, taş bir temel üzerine çamurdan inşa edilmişlerdir. Ziraat ve hayvancılık, insanların başlıca uğraşları olmuş; dokumacılık ve madencilik büyük ölçüde gelişmiştir. Bu dönemin en önemli merkezleri Hassuna'nın üst tabakaları ile Samarra, Ninive ve Tel Halaf’dır. Halaf, Kalkolitik kültürü temsil eder ve Hassuna ile Samarra'dan etkilenmemiş çok canlı bir kültürdür.
MÖ. 5000 dolaylarında Kuzey Mezopotamya'da Hassuna'nın yerini Halaf kültürü almıştır. Bu kültürün kökeni kesin olarak bilinmemekle birlikte büyük bir olasılıkla kuzeyden Güneydoğu Anadolu'dan gelen bir halk oluşturmuştur. Halaf’ta yapılan kazılarda ele geçen buluntular, bu dönemde hem Anadolu, hem de Basra

Körfezi yoluyla Hint Okyanusu kıyı kültürleriyle ticaret yapıldığına kanıt olarak kabul edilmektedir.

Halaf kültürünün yayıldığı tüm alanda bu kültüre ait tholos adı verilen yuvarlak evlere rastlanır. Halaf kültürünün en göze çarpan diğer bir özelliği de zarif desenli seramiklerdir. Halaf kültürü MÖ. 4300'lerde sona erer.
Güney Mezopotamya'da yer alan Obeyd yerleşmesi (Obeyd Kültürü MÖ. 4500–3500) Tel Halaf kültüründen daha gelişmiş bir Kalkolitik kültür niteliği yansıtır. Halaf Kültürü'nün MÖ. 4300'lerde Mezopotamya'nın güneyinden gelen bir yayılma ile sona erdiği düşünülür.
Anavatanı Güney Irak olan Obeyd kültürünün MÖ. (4400–4300) sularında tüm Mezopotamya'ya yayılmasıyla Sümer Uygarlığı'nın temelleri atılmış ve o tarihten başlayarak Mezopotamya'yı Yakın Doğu uygarlığının merkezi yapan yeni bir dönem başlamıştır. Obeyd kültürü, Dicle ve Fırat nehirleri boyunca ilerleyerek Anadolu yaylalarına ulaşmıştır.
Anadolu'daki Keban-Karakaya ve Atatürk Baraj sahalarındaki (Elazığ, Malatya ve Urfa
bölgesi) höyüklerde yapılan kazılarda Obeyd seramiklerine rastlanmıştır. Ayrıca Obeyd
kültürünün etkisi, kuzeybatıya doğru yani Kilikya bölgesindeki Mersin-Tarsus yörelerine
kadar uzanmıştır.
Mezopotamya'da ören yerlerinin yüzeyindeki seramik parçalarını inceleyerek belirli
bir döneme ait yerleşme merkezlerinin tespit edilmesi mümkündür. Ama yüzey araştırması
sonuçlarının değerlendirilmesinde bazı sorunlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Hacı Muhammed
gibi alüvyal milin altında kalmış merkezler de vardır. Yukarıda değinilen bu dönemdeki yapı
ve kalıntılardan Mezopotamya'da kalabalık kentler kurulduğunu anlıyoruz. Dönemin en
önemli yeniliği çömlekçi çarkının icad edilmesi olmuştur. Ekonomi tarihinde, tekerleğin icadı
kadar çömlekçi çarkının da değeri büyüktür. Dikkat çeken diğer bir yenilik ise yüksek
mabedlerdir. Kentlerdeki bu anıtsal tapınaklar, kültür değişiminin önemli belgeleri
sayılmaktadır. Zikkuratların kökenini oluşturan bu yapılar kerpiç-tuğla platformlar üzerine
yapılmışlardı. Sümerler büyük bir ihtimalle, bu Kalkolitik dönemin sonunda Mezopotamya'ya
gelmişlerdi.19
Anadolu’da Amanos geçitlerine hâkim olan bir devlet için Halep bölgesini ele
geçirmek oldukça kolaydır. Bu bölgeye sahip olduktan sonra da Suriye-Filistin arazi yapısının
izin verdiği tek kara yolu Mısır’a açılmaktadır. Bu yolun tehlikesini Mısır’da 18. Sülale
Firavunları anlamıştır. Çünkü Ras-Şamra Ugarit’e kadar Mısır’a hâkim olmaya çalışmıştır.20
Mezopotamya’nın coğrafi şartlarına bakarak şunu da söyleyebiliriz ki,
Mezopotamya’da özellikle denizden uzak olan Yukarı Dicle bölgesinde kurulan hemen her
devlet, siyasi birliğini sağladıktan sonra Kuzey Suriye üzerinden Akdeniz’e ulaşmayı gaye
edinmiştir. Kısaca söyleyecek olursak, eskiçağ boyunca, Mezopotamya, Mısır ve Anadolu
memleketleri arasındaki bütün ticari ve kültürel alışverişler burada, yani Kuzey Suriye’de meydana gelmiştir. Gerçekten, Sümer Kahramanlık çağında Uruk Kralı Gılgamış, arkadaşı Enkidu ile birlikte Humbaba devini öldürmek için Sedir ormanlarından oluşan Amanos dağlarına gittiği gibi, Akkad devletinin kurucusu Sargon da Gümüş dağları denilen Torosları aşarak Anadolu’da Acem Höyük (Puruşhanda) şehrini zapt etmişti.21
Mezopotamya’nın, Anadolu ile ticari ilişkileri, MÖ. 2. Binyıl başlarında Eski Asur Çağı’nda çok hareketli bir dönemde olduğunu Kültepe kazıları ile biliyoruz. İki memleket arasındaki bu canlı münasebetler, daha sonraki Hitit devletleri zamanında devam etmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder