12 Haziran 2013 Çarşamba

NARAMSİN HABİBULLAH

l. NARAMSİN

ZULKARNEYN.BLOGCU.COM
Naram-Sin
Günümüz araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür. 
  İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir. 
Arap ve Süryânî efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan masallar mevcuttur.[2] 
 Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş hudutlarına kavuşturan ve  “dört iklim hükümranı” unvanını taşıyan kimsedir.[3]   
Sargon Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000 yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır. Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ, “karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350 yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin, Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır, filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]
Ölümünden sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir. ( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı) Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin  adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi” demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]
Sargon Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’ benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve pis kokulu ve takribi 23.000 km2  olan gerçek bir çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen “kapıları çok ve kalabalık bir ülke”  ile kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]
Erdem’e göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır, yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]
Erdem, Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca, gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık 50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134 m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını, ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir. Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin, kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar ancak Akad kralı Naramsin’dir.
 Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.


[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta!  Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte, alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz, ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
   Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova. Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi. Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri! Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl... Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi. Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet, yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler. Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka, padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir. Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı? Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta... saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında! Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu, köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki: “Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi. Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili. Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li, Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de! Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir! Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru! Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna. Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen!  (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm - 18k ( 11. 02,2004)
Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113, Mayıs 1986, s.3.
[3] Erdem, “a.g.m.”,  s.5
[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.6.
[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113 (Mayıs 1986),  s.8.
[6] Erdem, “a.g.m.”,  s.9.
[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz.  Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.
[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.
[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.1-2.
[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.3-4.
[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4. (ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)
[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115, Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn, bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum, beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’ deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi. Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek: ‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m. s.8,9,’dan alıntılanmıştır.
    İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan Yusuf,  Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32.  Erdem, Zafer, “Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986,  s.9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder