l. NARAMSİN
ZULKARNEYN.BLOGCU.COM
Naram-Sin
Günümüz
araştırmacılarından Sargon Erdem, 4000 yıllık bir çivi yazılı tablet
ile 20. y.y.da gün ışığına kavuşturulmuş Naram-Sin’e ait tarihî
bilgilerin, Kur’ân’da ki Zülkarneyn kıssası ile örtüştüğünü düşünmüştür.
İsrâîl peygamberlerinden farklı olarak Tevrat ve İncil’de yer almayan
Zülkarneyn, yalnız Kur’ân’da görülmektedir.
Arap ve Süryânî
efsanelerinde ise “Zülkarneyn’in Kaf dağı ile konuşması[1]” gibi Kur’ân âyetleriyle her hangi bir benzerliği olmayan
masallar mevcuttur.[2]
Naram-Sin ise, dünyanın ilk defa, imparatorluğunu en geniş
hudutlarına kavuşturan ve “dört iklim hükümranı”
unvanını taşıyan kimsedir.[3]
Sargon
Erdem’e göre, Adı bilinen en eski Sâmî kavim Akkad’lardır. M.Ö. 3000
yıllarında, kafileler halinde Güney Arabistan’dan Mezapotamya’ya göç
etmiş ve orada bulunan Sümerler ile birlikte yaşamaya başlamışlardır.
Akkad’ların Sümer çivi yazısı ile yazdıkları Akkadca, bütün Sâmî
dillerin anası durumundadır. Kelimelerin hemen hepsini Arapça’da bulmak
mümkündür ve gramer kaidelerinin tamamı Arapça’nınkiler gibidir. Meselâ,
“karnu”, Arapça “karn” gibi “boynuzlu” mânâsındadır. M.Ö. 2350
yıllarında, Sargon’un oğlu veya torunu olan, Naram-Sin’in önderliğinde
Sümer devletini yıkarak Akkad İmparatorluğunu kurmuşlardır. Naram-Sin,
Tarihçilere göre M.Ö. 2230-2174 veya 2254-2218 tarihleri arasında
hükümranlık yapmıştır. Hükümranlığı süresinde, Mezapotamya, İran’ın batı
kısımları(Kuzistan), Arabistan’ın Kuzey yarısı (veya tamamı), Mısır,
filistin, Lübnan, Suriye ve Orta doğuya kadar Güney ve Güney doğu
Anadolu bölgeleri ile Kıbrıs ve Bahreyn adalarını fethetmiştir.[4]
Ölümünden
sonra yazılan tablette onun boynuzlu olduğuna inanıldığı gözükmektedir.
( ...yeryüzü...Naram-Sin yoluna gitti, Ve memleketin Tanrısı da onunla
birlikte gitti…Önü sıra iki ilahi kılavuz gitti, (savaş tanrısı)
Zabada’nın arkasında, Anuniti ve Şilaba’nın âlameti sivri bir çift
boynuz, çift çift sağda ve solda, boynuz boynuza (yan yana)[5] Bu tablet onun ölümünden
sonra çok tanrılı inanışa döndüklerinde yazılmıştır. Naram-Sin adı Akkadca “Habibullah” yani “tanrının sevgilisi”
demek olduğundan kısmen Hz. Ali’nin “Zülkarneyn salih bir kul idi, ki o
Allah’ı sever, Allah da onu severdi” sözü ile benzeşmektedir.[6]
Sargon
Erdem, Batıya seferinin, pek çok müfessirin kabul ettiği Atlas Okyanusu
değil Mısır olduğunu iddia etmiştir. Ona göre sisli denizin uzaktan
çamur gölüne benzediği düşünülse bile ‘sıcak ve pis kokulu çamura’
benzetilmesi mümkün değildir. Çünkü, sıcak ve pis kokulu olmak, gözle
görülen değil dokunma ve koku duyularıyla hissedilen özellikler
olduğundan, burada ‘ayn hamie’ ile öyle görünen değil öyle olan bir yer
kast edilmiş olması lazımdır ki bu yer, toprağı kara, yumuşak, sıcak ve
pis kokulu ve takribi 23.000 km2 olan gerçek bir
çamur deryası[7] halinde bulunan Nil deltası ve taşkın zamanlarında Nil
vadisinin tamamı olması gerektir. Ayrıca Erdem, bazı rivâyetlerde geçen
“kapıları çok ve kalabalık bir ülke” ile
kasdedilen şehrin Atlas Okyanusunun kıyısında değil, Mısır gibi büyük
bir ülkede olacağını düşünmüştür.[8]
Erdem’e
göre, Sâmi Mezapotamya dünyasının gidilebilen en son batı ucu Mısır,
yâni Nil’in ve deltasının doğu sahilidir. Dolayısıyla daha yakın
çağlarda Fas Tunus ve Cezayir’e verilen Mağrib adı, tarihin ilk
devirlerinde, batıda gidilebilen en son topraklara, yani Mısır’a
verilmiş, ancak çok uzun yıllar sonra Nil’in öbür tarafı da tanındıkça
Mağrib adı daha batıya, Atlas okyanusu sahillerine kadar kaymıştır.[9]
Erdem,
Zülkarneyn’in doğu tarafında gitiği son ülkenin, dağları ve vadileri
bulunmayan, fakat buna mukabil çöller gibi ıssız olmayıp üzerinde
insanlar yaşayan düz bir yer olması gerektiğini düşünmüştür: “Bir yere
güneşin doğduğu ülke denilmesi için, bu yerin kara parçasından ayrı ve
gidilemeyen bir yer olması gerekir ki Bahreyn adası da Sümer-Akkad
ülkesinin güneyindedir. Yakın doğu insanları, Arap yarımadasının
doğusunda sahilden 24 km. mesafede bulunan, gözle görülen ve yeşilliği
dahi farkedilebilen Bahreyn adasından güneşin doğuşuna şahit olunca,
gidemedikleri bu yere “güneşin doğduyu yer” adını vermişlerdir. Yaklaşık
50 km. uzunluğu ve 17 km. genişliği olan Bahreyn adası, suya düşmüş
yaprak gibidir. En yüksek yeri adanın tam ortasında bulunan sadece 134
m. Yüksekliğindeki Duhan tepesidir.”[10] Bahreyn adasında 150.000 tümülüs denen mezar
binası bulunmaktadır. M.Ö. 2800-1800 yılları arasında yapıldıkları
tahmin edilen bu mezar evlerdeki iskeletlerin büyük kısmı Bahreynliler’e
ait değildir. % 20’si ise hiç mezar olarak kullanılmamıştır. İskeletler
üzerinde yapılan araştırmalarda, bu insanların pek çoğunun cemiyet
içerisinde yaşayamayacak derecede sakat ve hastalıklı olduklarını,
ayrıca hemen hepsinin dişlerinin, fazla miktarda ağır tatlı yemeleri
sonucunda tamamen çürümüş olduğunu ortaya koymuştur.[11] Arkeologlar, ölülerin cennet adası diye
bilinmesinden ötürü adaya dışarıdan getirildiğini düşünmüşlerdir.
Erdem’in kanaati, Gazzâlî’nin naklettiği Zülkarneyn kıssasına uygun
olarak, bu adanın adeta cüzzamlılar vadisi gibi bir yer olduğu ve
cemiyetlerinde tiksinilen, istenmeyen insanların oraya gönderildikleri
şeklindedir.[12] Erdem’e göre, Naram-Sin,
kimsenin mezarlarda yaşanmaya son verilmiştir.[13] Bu duruma göre, Kur’ân'daki tarife uyan hükümdar
ancak Akad kralı Naramsin’dir.
Tarihi verilere baktığımızda, Akad Krallığının
toprakları Asur krallığı gibi sınırlıdır. Dolayısıyla Zülkarneyn’in
seferlerini gerçekleştirdiği, varılabilecek en son iki uç bölgeyi
kapsayan fetihleri Naramsin de bulamamaktayız. Ayrıca Zülkarneyn’in
büyük bir mücadele verdiği Ye’cûc ve Me’cûc konusu da bu görüş
doğrultusunda açıklığa kavuşturulamamıştır.
[1] Hikaye şöyledir: “Zülkarneyn Kaf dağına gitti... o
dağın saf zümrütten olduğunu gördü. Bütün alemi halka gibi çepeçevre
çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı görüp şaşırdı. Dedi ki: Sen dağsan öbür
dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak adeta! Kaf
dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte,
alımda bana eş olmazlar. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır...
alemin çevresi damarlarıma bağlıdır. Tanrı, bir şehirde bir deprem
yapmak isterse bana söyler, ben oraya varan damarı oynatırım. O şehre
ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir. Tanrı yeter
deyince damarım yatışır... Durur görünürüm ama daima işteyim ben! Sakin
gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur ama söz,
ondan doğar, harekete gelir. Fakat bunu aklı kavramaya göre yer depremi
yerdeki buharlardan olur. Bir karıncacık, kağıt üstünde kalemi gördü;
bu sırrı bir başka karıncaya söyledi. Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen,
süsen ve gül bahçesi haline getirdi... acayip şekiller yaptı. O
karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte
parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları
yapan koldur. Artık parmaklar, onun kuvvetiyle o nakışları çizdi.
Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık anlayışı
olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca, dedi ki: Bu hüneri,
suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret, uykuda ve ölümde bundan
bihaberdir. Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan,
candan başka bir şey yapamaz! Halbuki o da, akılla canın, Tanrının
döndürüp hareket ettirmesi olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu
bilmiyordu. Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan
akıl, aptallılar yapar. Zülkarneyn, Kafdağı’nın konuştuğunu, söz
incilerini deldiğini görünce, dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden
haberi olan, söz söyleyen dağ, bana Tanrı sanatlarından bahset. Kaf dağı
dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze gelmekten çok
üstündür. Yahut kalemin ne haddi var ki sayfalara o sanatların
nişanesini yazabilsin! Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikaye olsun
söyle... Tanrının şaşılacak kudretlerinden bahset ey iyi huylu alim
dedi. Kaf dağı dedi ki: “İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova.
Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur. Dağ, dağın üstüne sayısız
olarak yığılmıştır... daha da her zaman oraya kar yağıp durmada! Bir kar
dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın soğukluğu,
ta yerin dibine kadar işlemede! An be an o uçsuz bucaksız, o büyük
ambardan kardan meydana gelen bir dağ üstüne kardan bir dağ daha
yığılmada! Padişahım böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni
mahvederdi!” Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akılların perdeleri
yanmasın diye onları böyle soğuk yaratmıştır. Karlar yağdıran
bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak ateşiyle yanar erirdi.
Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri
korkutmak için adeta bir kamçıdır. Fakat bu kadar büyük ve üstün olan
kahrı ile beraber yine de bak... lütfunun soğukluğu ondan ileri!
Keyfiyetsiz ve manevi bir ileri oluştur bu... Geri kalanı da, ileri
gideni de ikiliksiz olarak gör. Göremezsen bu aşağılık
anlayışındandır... Zaten halkın akılları, o madenden bir arpadır ancak! O
takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan
yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer? Koşup dönüp
dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana gelişi, şehvetten,
heva ve hevestendir. Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da
Tanrı rahmetinden önüne bir binek gelsin! Bu şaşılacak şeyleri anlamada
acizsen evet demen tekellüme sapmandır. Evet demez de hayır dersen o
sözde boynunu vurur... O hayır sözü yüzünden Tanrının kahrı, senin
pencereni kapatır. Şu hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden
arttan Tanrı yardımı gelsin. Hayran olur şaşırır kalır, varlığından
geçersen hal dili ile “Yarabbi bizi doğru yola götür” dersin! Bu iş pek
büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük şey, sana
yumuşar, dümdüz olur. Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... aciz oldun
mu lütuftur, ihsandır o. Mustafa Cebrail’e “Ey dost, suretin nasıl...
Aşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım “ dedi.
Cebrail dedi ki: “Takatin yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek
yufkadır!” Peygamber “Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece
zayıf ve kuvvetsiz olduğunu anlasın” dedi. İnsanın bedenine ait duygusu
noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel bir huy vardır. İnsanın bedeni
ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla demir, sıfat ve eser
bakımından bir çakmaktır. Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki
babaya kahırlar yağdırır! Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni
kahreder, alevler çıkarır! Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık
vardır ki ışık, İbrahim gibi ateş burcunu kahreder! Hasılı o bilgili
peygamber “Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz” remzini söyledi.
Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir bakımından
demir madenlerinden bile üstündür. İşte insan da görünüşte cihanın fer-i
dir... fakat sıfat bakımından insanı, cihanın, aslı bil! İnsan zahiren
bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü, yedi kat göğü
bile kaplamıştır. Peygamber, Cebrail’in asli suretiyle görünmesine ısrar
edince Cebrail, birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile
görse paramparça olurdu. Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi...
Mustafa, görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrail Mustafa’yı
korkusundan baygın bir halde görünce kucakladı, bağrına bastı. O heybet,
yabancıların nasibi... bu lütufsa dostların kısmeti! Padişahlar,
tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları bulunan
heybetli çavuşlar bulunur. Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar
vardır... aslanlar bile onları görse heybetlerinden titrerler.
Çavuşların seslerinden, çevgenlerinden canlar ürker, heybetlerinden
herkes korkar! Fakat bu yoldaki alelade, yahut ileri gelen halka,
padişahlar padişahından haber vermek içindir. Bu heybet, halk
ululanmasın, kimse başına ululuk külahını giymesin diyedir, halka bir
gösteriştir. Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp
beğenen nefsin, az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir.
Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka
bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır. Böyle nefislerdeki kötülük
hevesleri ölür... padişahın heybeti, o kötülüklere mani olur. Fakat
padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır, kısas mı?
Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... alemde ancak çenkle
neyin coşkunluğunu işitirsin. Savaş zamanında heybetli davullar, kösler
çalınır... işret zamanında da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi
duyulur. Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap
kadehi! O zırh, o tolga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı
padişahın sayvanında giyilip çalınır. Ey cömert er, bu sözün sonu
yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi bilir ya, bitir artık bu sözü. Hazreti
Ahmet’teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında uyumakta...
saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında!
Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş. O
hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne
batıdan! Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye
bakıp da kendinden geçer mi? Hazreti Ahmet’in bedeninin o yüce ruhla
alakası vardı... bu değişme, bil ki bedene ait bir haldir. Hastalık
gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır. Anlatamam... yoksa
canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti düşer, olmuş altına
da! Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı
herhalde. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak
ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan! Aslan kendini öylece
uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden uyuyor, hatta ölmüş
sanırlar! Yoksa alemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en
ehemmiyetsiz şeyi bile çalıp çırpsın! Cebrail’e baktı da Hazreti
Ahmet’in ancak köpüğü yaralandı... denizi köpük sevgisiyle coştu,
köpürdü. Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın
eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Hazreti Ahmet eğer o
ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi olarak kendisinden geçip
gider. Ahmet, sidreden ve Cebrail’in gözetme yerinden, makamından
sınırından geçince, Cebrail’e “Hadi ardımca uç” dedi. Cebrail dedi ki:
“Yürü, yürü ben senin eşin, eşitin değilim!” Hazreti Ahmet tekrar “Ey
perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki” dedi.
Cebrail dedi ki: “A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp
buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!” Bu hikayeler hayret içinde
hayrettir... Tanrı hasları, daha has olanların ahvalini görünce
kendilerinden geçerler. Bütün kendinden geçişler, burada oyundan
ibarettir... ne kadar canın var ki senin? Burası can verme makamıdır! Ey
Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum! Mum
yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez! Bu ters
sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap. İçinden sözler
alıp aleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma sapan sözler
dağarcığını açma! Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye
bu sözler ters ve saçma gelir. Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla
hoş geçinmeye bak ey garip olarak onların evlerine konmuş olan sevgili.
Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların
yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost! Padişaha ulaşıncaya
dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar ey Rey’li,
Maragal’lıyla hoş geçim! Ey Musa zamane Firavun’unun tapısında yumuşak
söz söylemek gerek! Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın
tencereyi de! Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme...
yumuşak sözlerle vesveseler satmaya kalkışma! İkindi oldu, sözü kısa kes
ey ikindisi, asrı uyandıran er! Toprak yemeyi adet edinmiş adama bozuk
düzen bir yumuşaklık göstererek toprak verme... şeker daha iyidir de!
Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can bahçesisin
sen! Şeker kamışına asıla konan şu eşek başı, nice kişileri hor hakir
bir hale koydu! Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani
mağlup olan koç kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti. Harf
suretini mânâ bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı bil! Ey
Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir.
Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği yer de
ona başka bir hayat versin! İşte bizden suret düzmek, senden can
vermek... hayır, yanlış söyledim... bu da senden, o da! Ey apaçık alemi
aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de seni tanısın,
yeryüzünde de ebediyen övül! Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök
ehliyle gönülleri bir, kıbleleri bir, huyları bir olsunlar! Ayrılık
kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak birlik
vardır. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin
aynı şeyler olduğunu hatırlarlar. Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler...
sütle bal gibi güzelce birbirlerine karışır, kaynaşırlar. Fakat azıcık
tanır, bilir de inkar ederse bu inkar edişi de birliği örten bir
perdeden ibarettir. Nice tanıyıp bilenlerde sonra yüz çevirdiler... İşte
o ay yüzlü, bu çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya! Bunların hepsini
okudun, bildin... şimdi “Lem yekün” suresini de oku da bu eski kafirin
inadını, ısrarını bil! Hazreti Ahmet’in sureti, bu aleme ziya salmadan
önce onun vasıfları, her kafirin muskasıydı. Böyle bir zat var, gelecek
derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri çarpardı! Secde ederler, ey
insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez meydana çıkar diye
yalvarırlardı.Hazreti Ahmet’in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu
yüzden baş aşağı gelirdi. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet’in
döne döne hücumu, onlara yardım ederdi. Nerede müzmin bir hastalığa
uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa bulurlardı. Sureti
gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.Fakat onu
hakiki suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak, onun
fer’iydi, yani hayalden ibaretti. Onun sureti duvara aksettiyse duvarın
gönlünden kan damlar. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar,
derhal iki yüzlülükten kurtulur. Temiz ve pak kişilerin temizliğine
nispetle o iki yüzlülük duvara ayıptır doğrusu. Fakat nihayet onu
görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu sevgiyi adeta yel
aldı, götürdü. Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe
yol bulabilir mi ki? Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur,
kendisine uyanları bu suretle şüphelere salar... adam olmayan, onun
hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her bayağı kişide baş gösterir!
Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi? O
mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil! Kalpın
vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi nuru!
Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna.
Ayna değildir münafıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama sen! (Mesnevi’den hikayeler) Bkz. www.berrak.org/hikaye128.htm
- 18k ( 11. 02,2004)
Sargon Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113,
Mayıs 1986, s.3.
[3] Erdem, “a.g.m.”, s.5
[4] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113
(Mayıs 1986), s.6.
[5] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 113
(Mayıs 1986), s.8.
[6] Erdem, “a.g.m.”, s.9.
[7] Heredot da Mısır için “Menes zamanında Mısır’ın
Thebes’ten başka her tarafı bataklıktı.” demekte, taşkınlıkları ve
deltanın durumun anlattıktan sonra da, Mısır arazisini kara yumuşak
toprak şeklinde vasıflandırmaktadır. Bkz. Erdem,
“Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114, Haziran 1986, s.4.
[8] Erdem, “a.g.m.”, , s.1-2.
[9] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 114,
Haziran 1986, s.1-2.
[10] Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115,
Temmuz 1986, s.3-4.
[11] Erdem, “a.g.m.”, s.5, (Temmuz 1986), s.3-4.
(ARAMCO World Magazine, Vol. 35, No:4, July 1984’ten alıntılamıştır.)
[12]Erdem, “Zülkarneyn”, Zafer, sayı 115,
Temmuz 1986, s.4,5,6,7,8,9. Kıssa şöyledir: “Zülkarneyn seyahatlerinden
birinde bir memlekete uğradı. Halkın elinde dünya serveti namına hiçbir
şey yoktu. Geçimlerini sebze ile temin ediyorlardı. Sebzelerini, canlı
malı korur gibi koruyorlardı. Kendilerine mezarlar kazmışlar, her gün
mezarlarını temizler ve ibadetlerini burada yaparlardı. Zülkarneyn,
bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar: ‘Ben kimseyi istemiyorum,
beni isteyen yanıma gelir!’ dedi. Zülkarneyn bu sözü uygun buldu ve
hükümdarın yanına giderek: ‘Ben seni davet ettim niye gelmedin?’ diye
sordu. Hükümdar: ‘Sana bir ihtiyacım olsa gelirdim!’ dedi. Bunun üzerine
Zülkarneyn: ‘Bu haliniz nedir, sizdeki bu hali kimsede görmedim?’
deyince hükümdar: ‘Evet biz altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü
baktık ki, bunlardan bir miktar bir kimsenin eline geçerse, bu sefer
daha fazlasını isteyecek ve huzuru bozulacak. Onun için dünyalık peşinde
değiliz’ dedi. Zülkarneyn: ‘Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve
ibadetlerinizi burada yapıyorsunuz? ‘ diye sordu. Hükümdar: ‘Dünyalık
peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de buraya
gireceğimizi hatırlayınca her şeyden vazgeçeriz.’ dedi Zülkarneyn ‘Niçin
sebzelerden başka yiyeceğiniz yoktur, hayvan yetiştirseniz, sütünden
etinden istifade etseniz olmaz mı?’ dedi. Hükümdar: ‘Önce, midelerimizin
canlı hayvanlara mezar olmasını istemedik. Sonra bitkilerle geçimimizi
sağlıyoruz. Zaten boğazdan aşağı geçtikten sonra, hiç birisinin tadını
alamayız.’ dedi. Sonra hükümdar Zülkarneyn’in önüne kuru bir kelle
getirdi ve ‘Bu kellenin kim olduğunu biliyor musun?’ dedi. Zülkarneyn:
‘Bilmiyorum, anlat bakalım kimdir?’ dedi. ‘Bu adam zalim bir kral idi.
Allah Teâlâ ona saltanat ve hükümranlık verdi. O da alabildiğine
zulmetti. Allah Teâlâ onu öldürdü, taş gibi oldu. Kıyamette amelinin
cezasını bulacaktır.’ Sonra bir kelle daha getirdi. Ve: ‘Bu da adil ve
dindar bir hükümdarın kellesidir. Bu da öldü. Kıyamet günü amelinin
mükafatını görecektir!’ dedi. Sonra Zülkarneyn’in kellesini göstererek:
‘İşte bu kellede bunlardan biridir. Bak bakalım hangi yoldasın?’ dedi.
Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn ‘Benimle gelir misin? seni kendime
vezir ederim, servetime ortak olursun?’ dedi. Hükümdar: ‘Hayır, ikimiz
bir arada olamayız’ dedi. Zülkarneyn bunun sebebini sorunca ‘Çünkü
herkes senin düşmanın, benim ise dostumdur.’dedi. Bunun sebebini soran
Zülkarneyn’e: ‘Senin varlığından ve servetinden dolayı herkes sana
husumet eder, fakat benim yokluk ve fakirliğimden ötürü ise, bana kimse
husumet etmez.’ dedi. Bütün bunları dinleyen Zülkarneyn, bu muhavereden
ders alarak hem de hayranlık içinde yanından ayrıldı.” Bkz. Gazâli, İhyâu
Ulûmi’d-Dîn, C.3, s.599 vd. Beyrut, 1989. Erdem, a.g.m.
s.8,9,’dan alıntılanmıştır.
İhyaü Ulumiddin’de zikredilen bu
hikaye sahih değildir. Belki uydurulmuştur. Çünkü helalinden mal
kazanmak emredilmiştir. Güzel emel sahibi olmak ta yerilecek şey
değildir. Bitkisel gıdalara gelince Allah sadece bu tür nimetleri
emrimize vermemiştir. Bu tür kıssalardaki maksatlar başka anlamlar
taşımaktadır. Bu kıssanın zayıf olduğu ortadadır. Bkz. M. Hayr Ramazan
Yusuf, Zülkarneyn el-Kâidü’l--Fatih ve’l
Hakimü’s-Salih, Dımaşk: Dârü’l-Kalem, 1986, s.32. Erdem, Zafer,
“Zülkarneyn”, sayı 115, Temmuz 1986, s.9.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder